YAŞAM

Gördüklerim-Düşündüklerim

Görmek fizyolojik, düşünmek, zihinsel bir olay…
İnsanlar ve hayvanlar görür, bitkiler, görmez, ama bitkilerin de, dış etkenleri algıladıkları ve tepki verdikleri, kesin…
Bize, düşünme yeteneğinin yalnız insanlarda bulunduğu, hayvanların bu yeteneğe sahip olmadığı öğretilmişti. Bu iddianın, tartışılır olduğunu, düşünüyorum. Davranışların ve tepkilerin düşüncenin ürünü olduğunu kabul edersek, düşünemeyen insanların ve düşünen hayvanların var olduğunu, kabul etmek gerekir.

Bakmak, görmek, anlamak, değerlendirmek, yorumlamak, karar vermek, yapmak düşünce sisteminin basamaklarıdır. Amaç, son hamleyi tayin etmek ve eylem yapmaktır. Eyleme geçmeden önce, teorik olarak, bu ara kademeler mutlaka yaşanmalıdır, ancak pratikte, bunun, olması gerektiği gibi, yapıldığına inanmıyorum.

Bakanın, gördüğünü, sanırız. Genel olarak görür, fakat görmeyebilir de.
Görenin, anladığını, sanırız. Anlayabilir de, anlamayabilir de.
Anlayanın, değerlendirip, yorumladığını, sanırız. Nadiren, olur, çok defa, yapılmaz.
Yorumlayanın, bir karara, vardığını, sanırız. Nadiren, olabilir, çok defa ne yapılacağına karar verilmez, sürüncemede bırakılır. Eylemsizlik de bir karar olabilir, ama ne yapacağını bilemediği için, sürüncemede bırakmak sağlıklı bir davranış değildir.

Kararın, uygulanacağını sanırız. Bazen uygulanır. Çok laf, az iş, genel, bir yaşam tarzıdır. Kararı uygulayacak güç oluşturulmadığı için, ya da, kararın doğruluğundan emin olunmadığı için, karar hiç uygulanmayabilir veya farklı şekillere dönüştürülerek uygulanır.

Yukarıda sıraladığım aşamaların, bilinçli yapıldığını, sanırız. Hayır, bilinçli yapılmaz.
Ezbercilik, kolaycılık, sorumluluktan kaçma, ‘’salla başını, al maaşını” felsefesi, riske girmeden, kazanmak için en verimli yöntemlerdir. İşin içinde olanların bu yöntemleri terk etmelerini beklemek saflık olur, ama işin dışında olanların, bu hastalıktan kurtulmak için, bir düşünce ve eylem içine girmemelerini anlamak da, zor.

Kimsenin hakkını yemek istemem, bu, sıralı faaliyetleri, baştan sona, bilinçli olarak, yapanlar, belki de, vardır. Eğer, varsa, onlar, müzeye konulacak kadar, değerli insanlardır.

*

Bizde, hükümeti oluşturan üyelere “Bakan”, denmiş, batıda, farklı anlamlar taşıyan isimler kullanılıyor.
Anayasamıza göre, hükümet, devletin yürütme gücü, icra gücüdür…
Yukarıda belirlemeye çalıştığım, düşünce sistematiğinin ilk basamağı “Bakmak”, son basamağı, “İcra etmek”tir. İcra organının elemanlarına niye, “İcra eden” , “Yöneten”, ‘’İş yapan” gibi, bir isim verilmemiş de, “Bakan”, denmiş?
Bakmak, gözlemek, temaşa etmek, bakan da, bu işi yapan kişidir.
Hükümet üyelerine ‘’Bakan” ismini koyanlar, bu insanların, iş yapmalarını beklemiyor, bakmalarını, seyretmelerini yeterli mi görüyorlardı? Böyle bir mantık olabilir mi?
İsmi koyanlar, “Biz, ne isim koyarsak koyalım, onlar, bakar gibi davranıp, bildiklerini okuyacaklar, öyle ise, yapmaları gereken işin ismini, değil, yapacakları işin, adını, koyalım.” diye, düşünmüş olabilirler mi?
Bir kişiye olduğunun zıddı, bir görevliye yapacağının aksi bir isim takılması komik olurdu. Bizimkiler, ilk defa, çok öngörülü davranıp, bakan demişler, onlar da sadece bakıyorlar.

*

İsterdim ki, gördüklerimden, yaşadıklarımdan, gerçeklerden farklı, güzel şeyler, göreyim, güzel şeyler yaşayayım, onlara, biraz da, hayal katarak, güzel, iç açıcı, şeyler yazayım. Ne mümkün, yaşamın gerçekleri, duygularımızı törpülemiş, can yakan sorunlarla boğuşmaktan, hayal kurma yanımızı geliştirememişiz. Halbuki, ölçülü olmak kaydıyla, insanlar hayal ettikleri süre yaşarlar, hayal ettikleri kadar gelişirler. Ölçülü hayaller aynı zamanda hedeftir. Günlük yaşamın sorunlarını aşıp, hedef niteliğinde, geleceğe dönük hayaller kurmak mümkün mü?
Sorunları çözmesi gerekenler, bakar olunca, zavallı halk, hem, sorunlarla, hem de, bakarlarla, uğraşmış. Sorunlar yumağı, ortada dururken, neşelenmek, gülmek, eğlenmek bize, uymaz, bir şey yapamasak bile, ciddi görünmek zorundayız. Üretim fakiriyiz, hayal, fikir, teknoloji üretemiyoruz.
“Su küçüğün, söz büyüğün” atasözünü benimsemişiz. Güzel, ama, söz sahibi olacak “Büyük” kim, vasıfları, özellikleri nedir? Ortalıkta, zorbalıkla, düzenbazlıkla, istismarcılıkla, tepemize binmiş, “büyük” geçinen, söz sahibi benim, güç benim, hukuk benim” diyen, birçok insan var. “Sen niçin büyüksün, özelliğin ne?” sorgulamasını yapma becerimiz ve gücümüz yok, kıpırdayanın da, kafasına vurup, susturuluyor. “Büyüklerin” işine karışmadan, “ciddi” bir görünümle, uslu, uslu, yerimizde oturmalıymışız.
‘’Büyük”e karşı çıkamıyorum, ‘’ciddiyetimi” bozamıyorum. Sorgulayabilsem, bunlar, belki de, dayatma kavramlar olarak değil, benimsediğim kavramlar olarak, bendeki yerlerini bulacaklar, ama, yapamıyorum, yaptırılmıyor. Bunları aşabilsem, daha çok şeyi sorgulayıp, doğruları görme, bulma ve daha güzel bir dünyada yaşama şansım olacak.
Kavramları sorgulayamadığımız gibi, bazı kavramlara yüklediğimiz değerlerle, o kavramları yaşatmak için ön gördüğümüz eylemler arasındaki çelişkiyi de çözemiyoruz.
Ya söylediklerimize inanmadığımız, için, farklı şeyler yapıyoruz, ya da, yaptıklarımızın, söylemlerimizle örtüştüğünü sanıyoruz.
Bir başka ihtimal de, kavramlara yüklenilen aşırı değerlerle birileri, başkalarını kandırmaya, kontrol altında tutmaya çalıştığı için, arada anlayış farkı doğuyor.

“Sevgili”, çok değerli, çok önemli bir kavram, onu korumak için, ölmeyi göze alan kişi, onu elde edemeyince, başkasına yar olmasın, diye, gözünü kırpmadan, onu öldürebiliyor. Bu, sevgiliye duyulan büyük bir aşk mı, yoksa, egoizmin vahşi uygulaması mı?

Ülke, hiç ödün vermediğimiz, bir değerimizdir.
Ülke; fiziki coğrafya, insan unsuru ve devlet denilen kurallar, sisteminden, oluşur.
Bu unsurlar, iç, içe girmiş, etle, tırnak gibidir. Birbirlerini tamamlarlar, birisi olmadan, diğerleri olamaz. Hangisinin daha değerli veya vazgeçilmez olduğu, tartışılamaz çünkü biri diğerinin yerini alamaz… Hangisine, daha fazla, özen gösterileceği, koşullara bağlı olmakla beraber, hangisi, daha çok, risk altında ise, ona, daha fazla, özen göstermek gerekir…

Ülkemizin coğrafyası, vatanımızdır.
Vatanın hudutları, can ve kan karşılığında, uluslararası antlaşmalarla belirlenmiştir.
Vatanı, bir bütün olarak düşünüyor ve bir karış toprağını vermemek için, binlerce insanın, canını vermesini, göze alıyoruz.
Vatan, soyut, bir kavram, vatanın, somut karşılığı, ülkenin coğrafyasıdır.
Coğrafya, vatan olduğu zaman, başkasının tecavüzünden korumak için, gerekirse, uğruna ölürüz. Coğrafya, toprak olduğu zaman, başkasına gerek yok, biz, canına okuruz.
Çevreyi, özellikle sanayi atıklarıyla, kirletmemek, ormanları, tahrip etmemek, erozyonu, önlemek, hayvanlara, yaşam ortamı, bırakmak, doğal kaynakları, israf etmemek, o coğrafyada, en az, bizim kadar, gelecek nesillerin de, hakkı olduğunu düşünmek gibi kaygılarımız ve çabalarımız yok.
Anlaşılması zor bir çelişki, dışa karşı can pahasına koru, içte kendin tahrip et.
Toplumsal kültür de, yasal düzenleme de, çok zayıf.
Son zamanlarda, bambaşka bir zihniyetle, toprakları, bir de, “babalar gibi, satmaya” başladılar.
Bizim kültürümüzde, aile babalarının, toprak satma, alışkanlığı, yok denecek kadar, azdır. ‘’Babalar gibi, satanlar”, aile babasının dışında, başka tür bir baba olmalılar.
Ülkemizin coğrafyası, nasıl vatan ise, ülkemizin, insanları da, vatandaştır.
İnsanların, vatanda, yandaş oldukları konu; ortak refah, ortak güvenlik, ortak gelecektir.
Vatandaşlar arasında, geleneksel, kültürel, inanç farklılıkları olabilir, ama, hukuk açısından, hiçbir fark olmaması gerekir. Anayasa ve yasalar herkese, hem, eşit sorumluluk yükler, hem de, eşit hak tanır.
Pratikte, vatandaşlar arasında, birçok ayrıcalıkların olduğunu, bilmeyen, görmeyen var mı? Sözde tümüne evlatlarımız diye sesleniriz, uygulamada onları, öz / has evlat, üvey evlat ayrımına tabi tutarız.

İnsanlar canlıdır, gelişirler, değişirler, kültür oluştururlar, gelenek yaratılar, zenginleşirler.
Gelişme, değişme, engellenemez, engellenmeye de çalışılmamalı. Ancak, gelişme ve değişme, akılcı, gerçekçi, çağdaş, yöntemlerle ve toplumsal uzlaşma ile sağlanırsa, sağlıklı olur, canlar, ekonomik değerler, kültürel değerler, zarar görmez, zaman kaybı, olmaz, toplumda, düşmanlık değil, sevgi, saygı ve dayanışma olur….
Bunu bilir ve söyler miyiz? Evet. Yapar mıyız? Hayır.
Niçin söylediğimiz şeyi yapmıyoruz veya yapamıyoruz?
Biz, böyle bir doğal, değişim ve gelişim, sürecini yaşayabildik mi? Hayır.
Niçin, zamanında doğal değişimi ve gelişimi yaşayamıyoruz da, sonradan, devrimlerle gecikmeyi telafi etmeye çalışıyoruz?
Söylemlerimize göre, bir olgu olarak, yapımız, kültürümüz, inancımız, yüzde doksan dokuz, aynı. Hedefimiz, tek vatan, tek ulus, tek, devlet. Felsefemiz, ‘’komşumuz, aç yatarken, biz, tok uyuyamayız.”
Pratikte ise, Cumhuriyetçi-Şeriatçı, İlerici-Gerici, Laik-Anti laik, O, mezhepten-Bu, mezhepten, Kadın hakları-Erkek egemenliği, Sağcı-Solcu, Irkçı-Evrenselci, Tutucu-Liberal, Batıcı-Kızılelmacı, Türkçü-Ümmetçi, Zengin-Fakir, Toklar-Açlar, olarak, doksan dokuz parçaya bölünmüş, yamalı, bir bohça gibiyiz…
Bazı, düşünce ve yapısal farklılıkları çağın gereği olduğunu, kabul etsek bile, pratikteki, çatlakların dozunu, derecesini, uygulama yöntemlerini makul karşılayabilir miyiz?
Bütün sinsiliği ile devam eden, devlette, din kurallarını, egemen kılma çabalarını, görmezden gelebilir miyiz?
Bütün azgınlığı ile süren, bölücü terörü, görmezden gelebilir miyiz?
Anayasal kurumların birbirini yeme çabasını, görmezden gelebilir miyiz?
Söylemle, pratik, arasındaki, çelişkileri nasıl izah edersiniz?

Gazete haberi;
Türk Dil Kurumu (TDK), sözlüklerdeki, yanlış, diye, nitelediği, bazı atasözü veya deyimleri ayıklıyormuş.
Uzmanların, bir bölümü, buna karşı çıkıyor.
Örneğin, ‘’Devletin malı deniz, yemeyen domuz” söylemi, yanlışmış ve sözlükten çıkarılacakmış…
Bu felsefe, elbette, yanlıştan da öte, bir ahlaksızlıktır, bunun tartışması olur mu?
Ancak, pratikte, bu çirkinlik, bu ayıp, bütün çıplaklığı ile devam ederken, siz onun söylemini, kitaplardan çıkarmakla ne kazanırsınız? Söylemi kaldır, eyleme devam et.
Aslında, önce kültürel bir savaş açmalı, denmeli ki, ey insanlar, bu söylem, böyle yapın demek istemiyor, bizim, bir gerçeğimizi, bir rezaleti ifade ediyor, gelin bunu düzeltelim.
Türedi zenginlerin, büyük bölümü, devletten çaldıkları için, zengin olmadılar mı? En büyük hortumlar, devlet malından, yani, devletin sorumlu olduğu, millet malından, yapılmıyor mu?
Şahıslar, özel kurumlar, mallarını yedirmez, Devlet, milletin malına, sahip çıkmadığı için, çok rahat yeniyor. Yenen aslında devletin değil, milletin malıdır, milletin devlete emanet ettiği maldır.
Devlet, nedir, kimdir? Devlet, soyut yanı ile, hukuk ve ahlaktır, somut yanı ise, bir kısım insanlardır.
Devlet yapımızda, eksikler, yanlışlar çok fazla. En çirkin yanlış da, devletin malını yemek için, devlette görev alan insanlardır. Devletin malını, yiyen halk değil, devlette görev alanlar ve onlarla işbirliği yapan, halk içindeki küçük bir kesim…
Bu söz, olması gereken, bir doğruyu ifade etmiyor, olmaması gereken, bir gerçeği, bir ayıbı, ifade ediyor. Güneş balçıkla sıvanmaz. Bu gerçek de, saklamakla, yok sayılamaz.. Marifet, üstünü örtmek değil, ayıbı ortadan kaldırmaktır.
Söylemin ayıbından, kurtulmak yetmez, pratikteki, pislikten kurtulmak gerekir.

*

Atatürk’ün sofrası, aynı zamanda, okul gibi, bir işlev yapmış.
Yöntem olarak, Atatürk herkesi konuşturur, dinler ve sonra söyleyeceklerini, söylermiş.
Bir gün, ‘’Mevlana mı, daha büyük, oğlu, Sultan Velet mi?” diye sormuş… Büyüklüğün kriteri, tabii ki, onların, edebi ve düşünsel yönleri…
Çoğunluk, Mevlana’nın, daha büyük, olduğu, yönünde, görüş belirtmiş.
Mustafa Kemal,
‘’Öyle ise, Sultan Velet’in cenazesi, defnedilmek üzere, Mevlana Türbesine getirildiğinde, Mevlana’nın, sandukası, niye, ayaklanmış?” diye, sormuş.
Mevlana Türbesini gezenler, bu durumu bilirler…
Konuşmalardan, sonra, Atatürk, soruyu, şöyle cevaplamış;
‘’Mevlana elbette, çok büyük, bir kişi. Mevlana, eserlerini Farsça, Sultan Velet ise, Türkçe yazmıştır. Mevlana, kendisinin, yapamadığı, bir işi yaptığı için, Sultan Velet’in, önünde, ayağa kalkmıştır, yani, Türkçenin önünde, ayağa kalkmıştır.”
Türbedeki, sandukaların konumlarının, gerçek nedeni, budur veya değildir.
Atatürk’ün büyüklüğüne, zekasına hayran olmamak elde değil. Çok önem verdiği, Türkçe konuşma, Türkçe yazma, Türkçe ibadet, olaylarını, Mevlana gibi, önemli, bir kişiyi referans göstererek, vurgulamak istemiştir…

Allah, bizi, ne büyük, bir değerle ödüllendirmiş, ama, yazık ki, biz, onu yeterince, anlayamadık, ondan, yeterince, yararlanamadık…
Son zamanlarda da, batılı ve güneylilerle, içimizdeki işbirlikçileri, onun, izlerini silmeye, bütün güçleri ile, çalışıyorlar… Biz, bu tehlikeyi bile görmüyoruz, Atatürk’ün içindeki cevheri, nasıl anlayabilelim?
Sözle, ona hayran çok. Pratikte, eserlerin koruyan, az. Bu, biziz, söylemleri ve eylemleri tam örtüşmeyen bir toplum.
Türkçeye, gereken, önemi veren, iki değerli insan, Karaman oğlu, Mehmet Bey ile, Mustafa Kemal Atatürk’ü, rahmet ve şükranla anıyorum…

Bakın, görün, anlayın, değerlendirin,yorumlayın, karar verin, uygulayın, bakar olmayın, bakan olmayın.
Ya göründüğünüz gibi olun ya da olduğunuz gibi görünün.

Hizmet edenlere sevgiler