Sesini duyurmak, hakkını elde etmenin ötesinde bir onur savaşıdır. Sesimizi duyurduğumuza inanmıyorum. Biz sesimizi kesmişiz. Bizim sesimizi kesmişler. Çünkü bilmiyoruz, aldanıyoruz, aldatılıyoruz. Çünkü korkuyoruz, korkutuluyoruz. Bizi teslim almışlar, biz teslim olmuşuz.
Fiziki anlamda ses, kulağın duyabildiği titreşimlerdir. Bir başka anlamda ses, duygu ve düşüncelerdir. Aklın sesi, vicdanın sesi, hakkın sesi vs. Sesini duyurmak, insanın vazgeçilmez bir arzusudur. Genelde, insanlar, kendi seslerini duyurmak isterken, çok defa, işine gelmeyen, başka sesleri duymak istemezler. Fiziki olarak, sesi duyurmak fazla sorun olmaz, ancak, düşünceleri, duyguları, istekleri, hakları ifade eden sesin duyurulması karmaşıktır ve zordur.
Sesini duyurmak isteyenlerin;
* Duyurulacak düşüncelerinin olması,
* Düşündüğünü ifade etmekten korkmamaları,
* Düşüncenin ifade edilmesinin yol ve yöntemlerini bilmeleri,
* Bu yolda çaba sarf etmeleri gerekir.
Bu niteliklere sahip olmayan kişi ve toplumlar seslerini duyuramazlar. “Ağlamayan çocuğa meme vermezler’’ sözünün doğru olduğunu savunmayacağım. Bilgili anne çocuğun ne zaman acıkacağını bilir, ahlak sahibi güçlüler de başkalarının haklarını teslim ederler. Ancak “Ağlamayan çocuğa meme vermezler’’ sözü uygulamanın bir gerçeğidir. Ağlamak, yalvarmak bir anlamda acizliktir, hak aranırken ağlanmaz, yalvarılmaz, mücadele edilir. Sesini duyuramayan kişi ve toplumlar birilerinin kölesidir. Sesini duyurmak, bilmekle, düşünmekle başlar, barışçı mücadele yollarından geçer ve hak elde edilinceye kadar, gereken her çareye başvurmayı gerektirir. Sesini duyurmak, hakkını elde etmenin ötesinde bir onur savaşıdır. Bu savaş, bazen içteki, bazen de dış sömürücülere karşı verilir. Bizler, vatandaş olarak, ülke içinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, devlet olarak, uluslararası ortamda sesimizi gereği gibi duyurduğumuz ve haklarımızı elde edebildiğimiz düşüncesinde değilim. Bizden daha kötü durumda olanların bulunması bizim için bir savunma veya avunma nedeni olamaz, çünkü, her koyun kendi bacağından asılır, ateş düştüğü yeri yakar ve herkes kendine yakışanı yapar.
Yukarıda çizdiğim genel çerçeve kapsamında, Türkiye’yi ele alalım. Aşağıdaki konularda birey ve devlet olarak düşüncelerimiz ve ilkelerimiz var mı?
* Türkiye bir siyasi rejim sorunu yaşıyor mu?
* Anayasada “T.C.Devleti, laiktir’’ yazmasına karşın, Türkiye gerçekten laik midir?
* Eğitim birliğini emreden devrim kanunun yürürlükte olmasına karşın, pratikte bu yasa ihlal edilmekte midir? MEB ile YÖK arasındaki sürtüşmenin altında yatan nedir? Eğitim sistemimiz, geleceğimizi güvence altına almaya mı, yoksa geçmişi hortlatmaya mı yöneliktir?
* Bölücü terör örgütü ile, gerçekten, doğru yol ve yöntemle savaşıyor muyuz?
* Kıbrıs konusunda akılcı ve gerçekçi bir politikamız var mı, varsa bu politikayı kararlı olarak izliyor muyuz?
* Irak ve Ortadoğu konusunda, akılcı ve gerçekçi bir politikamız var mı, varsa bu politikayı kararlı olarak izliyor muyuz?
* AB konusunda, akılcı ve gerçekçi bir politikamız var mı, varsa bu politikayı kararlı olarak izliyor muyuz?
* İç politikada, anayasa, yasalar ve genel hukuk kurallarının üstünlüğüne inanıyor ve gücümüzü onlardan mı alıyoruz, yoksa başka dinamikleri kullanıyor muyuz?
* Annelerimizi, eşlerimizi, kızlarımızı bir insan olarak mı, yoksa bir mal gibi mi görüyoruz?
* İnancı, insanların vicdanlarındaki kutsal yerinde koruyor muyuz, yoksa çıkar amacı ile siyasetin kirli ortamında kullanıyor muyuz?
* Yaptıklarımızı veya yapmadıklarımızı kendi bilgimize, aklımıza ve ulusal çıkarlarımıza uygun olarak mı yapıyoruz, yoksa başka güçlerin yönlendirmesi veya etkisi ile mi yapıyoruz?
Yukarıdaki devasa sorunları çözmeden ekonomik sorunları çözemeyeceğimiz için, değinmiyorum. Bu sorulara farklı cevapların verilmesi doğaldır. Doğru düşünceyi aramıyorum, herkesin dilediği gibi düşünme hakkı vardır. Öncelikle aradığım şey, bu sorunların farkında mıyız, sorulara verilecek cevabımız var mı ve bu konularda ilke sahibi miyiz? Eğer bu konularda bilgi ve ilke sahibi isek, korkmadan düşüncelerimizi ifade ediyor muyuz? Düşüncelerimizi ifade ederken haklılığımızı zedelemeyecek, etkin, yol ve yöntemleri kullanıyor muyuz? Bu çabaları sürdürme gücüne sahip olabilmek için, meşru yollardan, organize olmuş muyuz? Çabalarımızı sürdürürken, başımıza bir iş gelir diye korkup veya neme lazım diye kenara çekiliyor muyuz?
Bu soruların cevabını samimi olarak verdiğimiz zaman, birey olarak kendimizin ve devlet olarak Türkiye’nin sesini duyurup duyuramadığını açıkça görürüz. Ben sesimizi duyurduğumuza inanmıyorum. Biz sesimizi kesmişiz. Bizim sesimizi kesmişler. Çünkü bilmiyoruz, aldanıyoruz, aldatılıyoruz. Çünkü korkuyoruz, korkutuluyoruz. Bizi teslim almışlar, biz teslim olmuşuz. İnsanın, insana teslim olması onurlu bir davranış değildir. Bireyden başlayıp devlete kadar uzanan eksiklerimiz var. Demokrasi bir fazilet rejimidir, ancak doğru anlaşılmamışsa, demokrasiye sahip çıkılmamışsa, demokrasilerde egemenliğin sahibinin halk olduğunun bilincinde varılmamışsa, demokrasi, demokrasiyi yıkmak için kullanılır. Demokrasilerde devletin sahibi millettir. Bireyler ve Millet bunun bilincinde değilse, demokrasi, sömürücü yöneticiler için en uygun araçtır. Hükümetler milletin efendisi değil, maaşlı avukatıdır. Avukatlar bazen karşı tarafın avukatı ile anlaşıp vekilini satabiliyor. Davasına sahip çıkmayanlar, sesini duyuramayanlar, sesi soluğu kesilmiş olanlar, sömürülmeye, ezilmeye, köle olmaya mahkumdurlar. Onursuz yaşamaktansa, onur savaşında büyük sıkıntılara göğüs germek onurdur. Geçmişimizde çekilen acılar için çok ağıtlar yakılmıştır, ağıt yakmaktan kurtulmanın çaresi, bilmek, düşünmek, hakkına sahip çıkmak ve sesini duyurmaktır. Biz bunu becerecek nitelikte bireyler ve toplumuz.