Demokrasi bir uzlaşma rejimi olmakla beraber, demokrasinin faziletini kullanarak, demokrasiyi yıkma çabalarına tahammül etme rejimi değildir. Demokrasi, her şeye sayısal çoğunluğun egemen olduğu bir rejim de değildir. Demokrasi, toplumsal bir sözleşme olan, anayasanın egemen olduğu, azınlık haklarının korunduğu, çağdaş anlayışın göz ardı edilmediği bir rejimdir.
Koşuyoruz, çabalıyoruz, bedel ödüyoruz, belirsizlikler içinde, kuşkularla dolu, zor günler yaşamaktan kurtulamıyoruz. Niçin sorunlarımız bitmiyor? Niçin sorunlarımızı çözemiyoruz?
“Bugün Türkiye’de ölmek istemeyen bir mazi ile hayata doğmak için çırpınan bir istikbal mücadele halindedir.” (1)
“Ölmek istemeyen mazi” kim? “Hayata doğmak için çırpınan istikbal” kim? “Mazinin” ve “istikbalin” içeriğinde neler var? Bu soruların cevabını doğru veremez ve doğru önlemler alamaz isek, enerjimizi, birbirimizi yiyerek, tüketmeye devam ederiz. Çok değerli vasıflarımızın yanında eksik bir yanımız var, ne olduğunu tam tanımlayamıyorum. Yasal ve demokratik bir işlem olması gereken Cumhurbaşkanlığı seçimi, ülkeyi bölüyor. Yazık!
14 Nisan 2007’de, Ankara’da, “Cumhuriyet Mitingi” düzenleyenler, mücadelenin bir tarafının oluşturuyor. Bu miting bir korkunun eseri mi, yoksa, görünen bir tehlikenin, dönülmez bir noktaya gelmeden, önlenmesi için toplumsal bir uyarı mı? Bunu farklı yorumlayanlar da var. Şu bir gerçek ki, hem aktif taraflar, hem de onları izleyen toplumun geniş bölümü açısından, ülke parçalanmış görünmekte. Mücadele, şahıslar veya gruplar arasındaymış gibi görünmesine karşın, derininde ve özünde, ülke ve ulus bazında ilkelerin çarpıştığını görüyoruz. Mücadele “Mazi” ve “istikbal” arasında. Kimin yanında yer alacağınızı siz düşünün.
Mazinin her şeyi ile silinip atılamazken, istikbalden hiç vazgeçilemez. Akıl o ki, neleri terk edeceğimizi ve hangi değerlerle, hangi hedefe gideceğimizi doğru tanımlasın. Bunun için akıl ve gerçekçilik en önemli kriterler olmakla beraber, yetmiyor, dürüstlük faktörü de öne çıkıyor. Durumu değerlendirenlerin bir bölümü, çıkarını korumak için yalan söylüyor, bir bölümü eksik bilgi ve sığ görüşleri ile ahkam kesiyor, bir bölümü de temel haklar sadece kendisi için gerekli olduğu zaman sesini yükseltiyor. Sorunumuz, bu kargaşa içinde gerçekleri görmekte zorlanmamızdır.
Mitingdeki topluluğun kompozisyonu, coğrafi olarak, kültürel olarak, yaş grubu olarak, cinsiyet olarak Türkiye’nin tam bir yansıması idi. Bir kesim için övünç verici, bir kesim için korkutucu bir oluşum.
Türkiye’nin bu eylemini, Türkiye’nin TRT’si vermedi. Bu üzücü olmaktan öte endişe verici bir durum. TRT, “mazinin” aracı mı, çünkü oradakiler, “istikbal” idiler.
Herkes görüşünü belli etti, hakları. Mitingcilere karşı olan bir yazar, “Demokrasi, istemediğine tahammül etme rejimidir” başlıklı yazısında, ben olsam inadına yaparım gibi, kışkırtıcı, toplumu çatışmaya sürükleyici yazı yazdı. İnsan ürperiyor. Demokrasi bir uzlaşma rejimi olmakla beraber, demokrasinin faziletini kullanarak, demokrasiyi yıkma çabalarına tahammül etme rejimi değildir. Demokrasi, her şeye sayısal çoğunluğun egemen olduğu bir rejim de değildir. Demokrasi, toplumsal bir sözleşme olan, anayasanın egemen olduğu, azınlık haklarının korunduğu, çağdaş anlayışın göz ardı edilmediği bir rejimdir.
Bu günlerde, önüne gelen, en korkuncu da devletin en üst kademesinde oturanlar, ortalığı bulandırmak için, “darbe” senaryosu üretiyor. Devletin gücü elinde değil mi, gerekeni yapmak yerine, dedikodu üretmekle ne amaçlıyorsunuz? Darbeler yanlış, darbeler zararlı, darbeler demokrasiye aykırıdır. Geçmişte yaşadıklarımızı insafla ve sağduyu ile ele alarak, tekrarlanmasını önlemek gerekir. Türkiye’de demokratik, laik, hukuk temellerine dayalı cumhuriyeti kuran dinamik güçler, kendi eserlerini yıkmak için mi, yoksa, onu korumak için mi hareket ettiler? “Siz isterseniz şeriatı da getirirsiniz”, “Bu iş olacak, ama kanlı mı olacak, kansız mı olacak, belli değil”, “Çoğunluk isterse, elbette laiklik de gider” görüşündeki, yöneticilerin sivil darbelerine karşı, devletin kurumları, ulusun sivil toplum örgütleri, rejimin bekçisi olarak öne çıkabilseydi, Türkiye’de askeri darbe olabilir miydi? Amaçları demokrasiyi yıkmak olsa, darbeciler, iktidarı teslim ederler miydi? İyi niyetli hareketlerin de kötü sonuçları olabilir.
İsim olarak, kimin Cumhurbaşkanı olacağı beni hiç ilgilendirmiyor. Buna karşın, Cumhurbaşkanı olacak kişinin Laik, Demokratik ve bir Hukuk devleti olan, T.C. Devleti’nin anayasasında yazılı temel kurallara, devletin kuruluş felsefesine, Türk Ulusunun kültürel değerlerine, birlik ve bütünlüğüne ve bu devleti kuran ulu insanların hatıralarına bağlı bir kişi olması beni çok ilgilendiriyor. Arzum, Çankaya’ya bu değerleri koruma azim ve iradesine sahip birinin çıkmasıdır. Atatürk ilke ve devrimlerini yok etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanıyordum, 14 Nisan mitingi bu düşüncemi perçinledi. Korkum, puslu havadan medet uman kurtların, bir inatlaşma ve meydan okuma havası pompalayıp ülkeyi bir kaosa sürüklemeleridir. Dilerim ki, Türkiye bu tuzağa düşmez. Bu ülke hepimizin. Devleti ile, Ulusu ile, nimet ve külfetleri ile bu ülke hepimizin. Ortak amacımız, çağdaş koşullarda refah ve güven içinde yaşamaktır. 16 Nisan 2007
(1) Başgil, Prof. Ali Fuad, Din ve Laiklik, Yağmur Y. 6. Baskı, İstanbul, 1991