İspanya’dan kovulan Endülüs Emevi hükümdarının, arkada bıraktıklarına bakarak ağlaması üzerine, annesi, “Erkek gibi savaşamayanların kaderi kadın gibi ağlamaktır” der…
80 yıldır demokrasi, laiklik ve bunlara bağlı olarak rejim tartışması yapıyor, dünyada benzeri olmayan bir örnek sergiliyoruz. Adam gibi, ülke sorunlarına sahip çıkmayanların ağlamaya da hakkı olamaz.
Bedel, bir karşılıktır. Bedel bir kazanımın karşılığı veya kaybedilen bir şeyin kendisidir. Kazanabilmek veya kaybetmemek için mutlaka bir bedel ödenir. Bedel, bir değer içindir.
Değer, maddi bir ürün veya soyut bir kavram olabileceği için bedel de maddi veya soyut olabilir. Bedel bir yüktür, fakat değerle orantılı ise sineye çekilir, yanlış olan, orantısız bir bedel ödemek veya doğru bedeli ödememektir. Doğru değer, doğru bedel ilişkisi bilgi, öngörü ve cesaretle belirlenebilir.
Bedel ödemek bir amaç değil, varlıklı, huzurlu ve güvenli bir yaşamı sürdürebilmek için doğru kullanılması gereken, vazgeçilmez bir araçtır. Ekmeden biçilemeyeceği gibi, toprağı ve iklimi tanımadan, uygun tohumu seçmeden yapılacak ekim de hasat vermez. Ne için, ne zaman ve ne kadar bedel ödeneceğini tayin edebilmek, en kısa ifadesi ile akıl işidir.
Maddi ürünlerin değerini ölçülebilir kriterlerle belirlemek mümkün. Genel olarak, maliyet, yani kullanılan hammadde, bilgi/teknoloji, harcanan zaman ve etik/yasal kurallara uygun bir kar marjı maddi ürünün değerini oluşturur. Reklam, ürünün değerini artıran suni fakat etkili bir çabadır.
Soyut kavramlar, kendilerine yüklenen anlamla değer kazandıkları için değerleri de soyuttur. Geçmişin hatırası… Sevgi… Vefa… İtibar… Onur… Namus… İnanç… Vatan… Özgürlük… Demokrasi… İnsan hakları… gibi kavramlara yüklenen anlamlar, toplumdan topluma, aileden aileye hatta kişiden kişiye değişir. Çünkü, bu kavramalara yüklenen anlamlar doğrudan kültürle ilişkilidir. Batı kültürünün maddiyatçı, doğu kültürünün, daha dar bir anlamda, İslam kültürünün maneviyatçı olduğu ileri sürülür. Gerçekten öyle midir, yoksa öyle mi gösterilmek istenir, tartışılır…
Değerler bir anlamda kılavuzdur. Kılavuzu doğru seçenler güzelliklere ulaşırken, kargayı kılavuz edinenlerin burnu pislikten kurtulmaz.
Bedel ödeme konusunda bazı çelişkilerimizin olduğunu ve bunun için de bedel ödediğimizi düşünüyorum. Bedel, hedeflenen değerle doğrudan ilişkili olduğuna göre, değerlerimizi tanımlamakta ve koşullarımızı tespitte yanlışlıklar yaptığımız da düşünülebilir.
Biz, kimiz? Batılı mı, doğulu mu, yoksa güneyli mi? Bu üç kutbun kültürleri birbirlerinden çok farklı. Biz, bunlardan birinden miyiz, yoksa bunların her birinden bir parçaya sahip bir başka kültür müyüz? Onlardan birisiysek, bugünkü durumumuz itibariyle benimsediğimiz kültüre uyuyor muyuz? Farklı kültürlerden etkilenmiş yeni bir kültürsek, kendi özgün kültürümüzü oluşturabilmiş miyiz? Bazı hususlara kısa kısa göz atalım.
Yeni bir devlet kurmuş, devletin temel ilkelerini, anayasamızda, demokratik, laik, evrensel hukuka ve insan haklarına bağlı olarak belirlemişiz. Buna karşın, 80 yıldır demokrasi, laiklik ve bunlara bağlı olarak rejim tartışması yapıyor, dünyada benzeri olmayan bir örnek sergiliyoruz. Bir tarafta, demokratik düzeni inanç sistemine oturtmaya çalışan, demokratik görünümlü güçler, öte tarafta, demokrasiyi korumaya çalışan, demokratik görünümde olmayan dinamik güçler var.
Kültürel temele dayalı, çağdaş bir ulus olmaya karar vermişiz, buna karşın hala ümmet kalma kavgası verenler var. Devletimizin kurucusu, ulusumuzun yaratıcı lideri bize, “çağdaş uygarlık düzeyini” hedef göstermiş, biz çağdaş uygarlığın açılımını yapamadığımız için, onu, kimimiz batıda, kimimiz güneyde arıyor. Geleceğini geçmişte arayanlarımız bile var…
İçinde yaşadığımız dünyayı tanımıyoruz. İnsanlığa hükmedenlerin, insanları sömürenlerin, ezilenlerin, sömürülenlerin niçin o durumda olduklarını sorgulamadığımız için, bu acımasız ortamda, hangi ilkelerin, hangi felsefenin takipçisi olacağımızı tayin edememişiz. Gelişmek, güçlenmek, önlem almak, haklarımızı korumak yerine sızlanmakla yetiniyor, özeleştiri yapmak yerine başkalarını suçlayarak kendimizi avutuyoruz.
Başbakan, “Batının iyi yanlarını değil, ahlaksızlıklarını almışız” diyor… Çok önemli bir söylem. Bu söylem, doğru da olsa, yanlış da olsa, bizim bir felaketin içinde olduğumuzu gösteriyor. Bu sözün açık anlamı, ya geçmişteki yöneticiler bizi aldattı ya da şimdi yönetenler bizi aldatıyor, demektir. Bu bir felakettir. Yönetenlerin yönettiklerini aldatması nasıl büyük bir ahlaksızlık ise, yönetilenlerin de, çektikleri çileye rağmen, hala uyanmamış olmaları da büyük bir gaflettir… Karganın neyin peşinde olduğunu bildikleri halde onu kılavuz seçenler kargaya değil, kendi ahmaklıklarına kızmalılar.
Demokrasi bir fazilet rejimidir, eğer yönetenler erdemli ve ahlaklı, yönetilenler bilinçli ise. “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” felsefesinin egemen olduğu bir yerde ahlaktan, teslimiyetçiliğin egemen olduğu bir ortamda demokrasiden söz etmek, komikliktir.
Soyut kavramlara yüklediğimiz değerlerin çıtası oldukça yüksek. Bunu yadırgamıyorum. Geçmişte yaşanılan birçok acı olayı, onların sebep ve sonuç ilişkilerini, yaşadığımız coğrafyanın koşullarını gözardı edemeyiz. Bununla beraber, değişen koşullara bağlı olarak, konuları yeniden gözden geçirmek, gerekiyorsa, düzeltmek ve değişime ayak uydurmak da aklın gereğidir. Bunu başaramadığımızı düşünüyorum. Eğer Osmanlı, değişim kurallarını sağlıklı uygulayabilseydi, bugün çok daha farklı bir yerde olacağımız kesindi. Osmanlı sağlıklı değişimi yaşayamadı da Cumhuriyet dönemi yeterince yaşayabildi mi? Hayır, Cumhuriyet de sağlıklı ve akıllı bir değişimi yaşayamadı. Çünkü, mesele, sadece, bir siyasi rejim meselesi değil. Toplumda değişimi ve çağdaşlaşmayı engelleyen güçler var. Bu karanlık güçleri yeterince tanımıyoruz, bildiğimiz buzdağının sadece su üstündeki kısmıdır. Bunların dışarıdaki odakları içeridekilerden çok daha güçlü. Beyinler dışarıda, eller kollar içeride.
Bazı örneklerle tasvir etmeye çalıştığım ortamda, değerleri ve onların bedellerini doğru belirlemek kolay olmadığı için soyut kavramlara biçtiğimiz değerleri tartışmıyorum, ne değer biçmişsek odur. Dikkat çekmek istediğim husus, biçtiğimiz değerlerle ödemeyi göze aldığımız bedeller arasındaki orantısızlıktır.
Bazı örnekler:
Ölülerimize büyük değer veriyoruz, çok güzel… Mezarlıklarımızın hali yeterince özen göstermediğimizin kanıtı. Aslında çok da büyük bir bedel gerektirmiyor.
İtibara çok değer veriyoruz… İtibarın kriterini maddi olanaklara indirgemişiz… İtibar, soyut bir kavram, ölçüsü ise para. “Ye kürküm, ye”
Kızlarımızı, kadınlarımızı namus anlayışımızın en önemli halkası olarak kabul etmişiz. Çok doğru. Önlem olarak, onları ya hapsetmişiz ya da maruz kaldıkları namussuzlukların bedelini kendilerine ödetme yolunu seçmişiz. “Dişi keçi kuyruğunu sallamasa erkek keçi peşinden gitmez”, yaklaşımı ile namussuzluğun baş aktörü erkeği mazur göstermeye çalışmışız.
Milletin vekillerine o kadar büyük değer ve sosyal hak vermişiz ki, nerede ise, milleti vekiline kul yapmışız. Yasama organının, mevcuduna göre, yasal suç oranı en yüksek kurum haline gelmesinin farkına varmamış, nedenini sorgulamamış ve hiç tepki göstermemişiz.
İnancın son derece değerli bir kavram olduğunu kabul etmişiz, iyi de etmişiz, ama inancın her türlü çıkarın kalkanı, her türlü baskının aracı haline getirildiğinin farkına varamamışız.
Demokrasiyi kabul etmiş, teorik olarak, yüksek bir değer biçmişiz… Buna karşın bir çuval kömüre, bir koli yiyeceğe, bir yeşil karta oy satın almanın ve oy satmanın utanç verici olduğunu düşünmemişiz. Çok defa da oyu halktan, bireyden değil, ağadan, şeyhten imamdan istemiş sonra da şu kadar oy aldım diye övünmüşüz.
Özgürlüğün aşığı olduğumuzu, tarihte hiçbir zaman esir olarak yaşamadığımızla övünen bir ulus olmamıza karşın, “özgürlüğümüzü bize kazandıran lideri sevmediğimizi, keşke İngiliz Mandası altında olup da inancımızı serbestçe yaşasaydık” diyebilme gafletine düşmüşüz. Bu, beyni yıkanmış bir zavallının sözü olsa, bireysel özgürlük veya cahillik kapsamında algılanabilir, ama bu anlayışın yaygın olduğunu bilmek insanı utandırıyor ve korkutuyor.
Vatan anlayışımız diğer ülkelerden çok farklı. Vatan sahibi olabilmek için çok yüksek bedel ödediğimiz gibi, onu korumak için de yüksek bedel ödemeye devam ediyoruz. Vatanımızı bize çok gören korkunç güçlerle karşı karşıya olduğumuzun bilincindeyiz. “Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır” diyerek, halen, gencecik evlatları şehit veriyoruz. Vatan için ödenen bedel tartışılmaz, ama can bedelini en aza indirmek için diğer her türlü bedelin daha cömertçe ödenmesini aklın ve insanlığın gereği sayıyorum. “Ben ülkenin pazarlayıcısıyım”, “Babalar gibi satarım” gibi söylemlerle topraklarımızı yabancılara satanları suçluyorum. Can bedeli ödeyerek korunan toprakları, para karşılığı peşkeş çekmek suçtur ve bu suçun zaman aşımı olmaz. Denebilir ki; “Yabancı sermaye çekmek ekonomik bir ihtiyaçtır”, “Özelleştirme çağın bir gereğidir”, “Yapılanlar yasalara uygundur.” Bu söylemlerin doğru yanları olsa da, satışlar ulusun temel anlayışına uymuyor ve ülke güvenliği riske sokuluyorsa kabul edilemez.
Bedel ödemenin bir yük olmasına rağmen kaçınılmaz olduğuna inanıyorum. Uğruna bedel ödenecek değerin de, bedelin boyutunun da doğru tespit edilmesinin bir akıl işi olduğunu vurgulamaya çalıştım. Bu konuda yeterince duyarlı ve akıllı davrandığımızdan emin olmadığımı, eğer çağdaş kriterleri akıl süzgecinden geçirerek uygulamazsak çok büyük bedeller ödemekten endişe ettiğimi dile getirdim. Sözü, İspanya’dan kovulan Endülüs Emevi hükümdarının, arkada bıraktıklarına bakarak ağlaması üzerine, annesinin söylediği sözle bitireceğim;
“Erkek gibi savaşamayanların kaderi kadın gibi ağlamaktır”…
Ülkemiz çok zor günlerden geçiyor… Adam gibi, ülke sorunlarına sahip çıkmayanların ağlamaya da hakkı olamaz.
7 Temmuz 2008