YAŞAM

Boston’da da Türkiye

Bir süredir, ABD, Boston’dayım. Fakat aklım Türkiye’de kalmış, burada da Türkiye’yi yaşıyorum. Teknoloji sayesinde, Türkiye’de neler olup bittiğini öğrenmek çok kolay, fakat olanları anlayabilmek, yorumlayabilmek, ne orada ne burada o kadar kolay değil.

Aklı başında ülkeler, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaya ve kazanımlarını korumaya çalışırlar. Bilinçli ve özgür bireylerden oluşan, toplumlar uzlaşma kültürüne sahiptir.

Her şey insanda düğümleniyor, insan iyi ise, her şey iyi, insan kötü ise her şey kötüdür. İnsanın değeri, bilgisi, birikimi, zekası, aklı ve özgür iradesi ile orantılıdır. Sevgiden yoksun teknolojik güç vahşetin aracı olabilir, teknolojiden yoksun sevgi ise zavallı bir duygudan öteye geçemez. Türk insanı, birey ve toplum olarak, kendisini çağdaş kriterlere göre doğru tanımlamalı ve varlığını sürdürebilme yeteneğini kazanmak için büyük çaba harcamalıdır.

Daldan dala atlayarak, aklımdan geçenleri, düşündüklerimi not edeceğim:

*

Zonguldak’ta maden ocağında patlama oldu, 30 kişi göçük altında kaldı, çok acı bir olay. Hayatlarını kaybedenlere rahmet, geride bıraktıklarına sabır diliyorum. Yeterli önlemler alınmış mıydı, hata-ihmal var mıydı, bilemem, ama “Bu olay, madenciliğin kaderidir” diye ahkam kesen siyasileri ve basın mensuplarını ayıplıyorum. Daha önce de, depremde ölenler için, “Allah, o bölgedeki insanları cezalandırdı” şeklinde ahkam kesen din uleması görmüştük. Daha şiddetli depremlerde bile Japonya’da daha az can kaybı oluyor, bu aklın sonucu mu, kader mi? Doğal afetlerde, yerleşme ve yapılaşmadaki bilgisizliğin ve çıkar sağlamak için göz yumulan ahlaksızlığın neden olduğu can kayıplarını “kader” diye nitelemenin doğru din anlayışı ile bağdaşacağını sanmıyorum. Uzmanlar, yıllardır İstanbul’da büyük bir deprem olacağı değerlendirmesi yapıyor, alınan hiçbir önlem yok, bir felaket olursa, onu da “kadere” bağlarlar.

Çağın anlayışına göre, egemenliğin kaynağı yönetilenlerin tümüdür, bireyler özgür iradeleri ile ortak iradeyi şekillendirirler. Toplum ortak iradesini ortaya koyamazsa sahte iradeler yönetimi ele geçirirler. Sahte iradelerin halkı kandırmak için kullandıkları çok değişik yol ve yöntemlerin içinde en etkilisi, inanç sömürüsüdür. Düşünce ve inanç farklılıklarını, ortak akıl ve anlayışla bir düzene sokamamış toplumlarda inanç sömürüsü daha fazla olur. Demokrasiyi içine sindirmiş toplumlarda, egemenlik bir kişi veya bir kuruma devredilmez, birbirini denetleyen, birbirinden bağımsız kurumlar arasında yapılan dengeli bir yetki dağılımı ile kullanılmaktadır.

*

ABD, Newyork’da, içinde patlayıcı madde bulunan bir araba bulundu, Pakistan orijinli, ABD vatandaşı olan zanlı tam kaçmak üzere iken yakalandı. Tabii ki terör bir vahşettir. Medya, bu olayı Amerikan kamu oyunu yönlendirmek ve Pakistan’ı siyasi baskı altına almak için etkin bir şekilde kullandı, terörü suçlarken İslam’ı hedef almayı da ihmal etmediler. Terörle İslam arasında bir bağ kurmak iyi niyetle ne kadar bağdaşmazsa, o eylemleri yapanları din adına yönlendirmek de akılla, dinle bağdaşmaz.

*

Batılı büyük güçler Türkiye’ye “ılımlı İslam’ı” ve “Osmanlı tarzı siyasi yapıyı” empoze ediyorlar, tabii ki beklentileri var. Şu anda Türkiye’nin laik bir ülke olup olmadığı tartışılır. Osmanlı hayranlığının da yükselişte olduğu açıkça görülüyor.

Fener Ortodoks Patrikhanesinin statüsü, 1200’lü yıllardaki İznik Konsülü’nden beri tartışılıyor, bizi ilgilendirmez. Fakat, Patrikhanenin 1453 yılından bu yana geçirdiği siyasi, kültürel, dini konum ve Cumhuriyet yönetiminin seksen yılı aşkın bir süredir izlediği politika bizi çok ilgilendirir. Başbakanın, Atina’da, Patriğin statüsü ile ilgili olarak, “Ecdadımın sakınca görmediği bir konuyu ben niye sakıncalı göreyim” gibi bir beyanda bulunduğunu öğrendim. Devlette görevli olmayanlar, kişisel görüş olarak benzer beyanlarda bulunabilirler, fakat kişisel görüşü bile olsa, Başbakan sıfatı ile bu söz söylenmemeliydi. Bu beyan iki açıdan doğru değil; Birincisi, Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’nin politikasını Osmanlı’ya endekslemiş oluyor. İkincisi, Patrikhanenin Lozan Antlaşması’nda belirlenmiş statüsüne aykırı.

Lozan Antlaşması Türkiye’nin uluslararası arenadaki temel dayanağıdır. Yabancılar Lozan’ın sağladığı statüyü Türkiye için fazla gördüklerinden Lozan’ı değiştirmek için büyük çaba harcıyorlar. Türkiye’nin buna fırsat vermesi bindiği dalı kesmektir.

Batılılar, Fener Ortodoks Patrikhanesi’nin statüsünü kullanarak iki amacı gerçekleştirmek istiyorlar. Birincisi, İstanbul’da Vatikan türü bir kurum oluşturarak, İstanbul’un statüsünü değiştirip, Bizans’ı canlandırmak. İkincisi, Rus Ortodoks Kilisesinin üstünde bir güç oluşturarak onun gücünü kırmak.

Küçük şöhret hesapları peşinde koşmak ve eskimiş ideolojileri yaşama geçirmek için, Türkiye’ye büyük zararlar veriliyor…

*

Türkiye’de her an, beklenmedik olayların olabileceğini bilmeme rağmen, Deniz Baykal’ın, şeytani bir darbeyle, muhalefet iktidarından uzaklaştırılacağı hiç aklıma gelmezdi. Deniz Baykal Türk siyasetinin çınarlarında birisidir. Uzun siyasi yaşamı boyunca, sergilediği yeşilliğin yanında, etkisi altındaki bölgeleri gölgeleyip, gelişmesine fırsat vermediği de bir gerçek. İleri sürülen ithamın doğru olup olmadığını bilemem, iftiraysa insanlık açısından çok aşağılık bir davranış. İhtimal vermem, ama gerçekse kendisi açısından çok çirkin. Deniz Baykal’ın siyasi yaşamının son üç, dört yılı, belki de, tüm siyasi yaşamının en etkin ve en verimli dönemi idi. Bu dönemde onun tasfiye edilmesi Türkiye üzerinde oynanan iç ve dış oyunların boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bir musibet bin nasihatten evladır, derler, dilerim bu da öyle olur. Deniz Baykal, hırslarının esiri olmadan, birikimlerini bireysel çabalarıyla, parti ile işbirliği içinde, Türk insanının hizmetine sunarsa hem Türkiye’ye hizmet edebilir, hem de, kendi imajının negatif yanlarını törpüleyebilir.

*

Türkiye’den ayrılırken en sıcak konu, TBMM’deki anayasa değişikliği görüşmeleri idi. Görüşmeler bitti, Çankaya’da onaylandı, 12 Eylül 2010’da halk oylaması yapılacak. Sürecin böyle gelişeceği belli idi, tek sürpriz, yargı, siyasetin Temmuz ayında olmasını istediği halk oylamasının Eylül’de yapılmasına karar verdi. İnsanlarımızın bu somut olayı, doğru değerlendirdiğinden emin değilim.

Toplumun refah ve güvenlik içinde, çağdaş koşulları yaşayabilmesi için, gerekiyorsa, anayasa elbette değiştirilir, değiştirilmelidir. Anayasa, toplumun temel konularda uzlaştığı ana sözleşmedir, eğer değişecekse, vazgeçilmez ön koşulu, geniş bir uzlaşma olmasıdır. Sanırım, toplam yirmi sekiz değişiklik yapıldı. Değişikliklerin bir kısmının gerekli olduğu konusunda ortak bir anlayış mevcut, fakat bir kısmı için kesinlikle yok, çünkü o maddeler anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı. Seçimde fiilen yüzde otuz beş oy almış, yasal, fakat adil olmayan usuller sonucu mecliste üçte iki çoğunluğu sahip olmuş bir siyasi partinin tek başına, anayasayı bu denli değiştirmesi vicdanları rahatsız ediyor. Demokrasi bu ise, eksik kalsın.

Muhalefet Anayasa Mahkemesine başvurursa, nasıl bir karar çıkar, süreç nasıl etkilenir, belirsiz. Halk oylamasının Türkiye’yi bir parçalanmışlığa sürüklemesinden korkarım. Halk oylamasının anayasa değişikliği bilinci ve evrensel hukuk anlayışı içinde geçeceğini sanmıyorum. Büyük bir kesim inanç grupları tarafından yönlendirilecek, toplum biz ve ötekiler olarak, kamplara ayrışacak, rejimi korumak isteyenlerle, değiştirmek isteyenler karşı karşıya gelecekler. Ülke zaten kargaşa içinde, bir de bu eklenirse, halimiz ne olur?

*

Devrimle kurulan Cumhuriyetimizin vazgeçilmez temel ilkelerinden demokratik, laik, hukukun üstünlüğü dayalı devlet yapısını rayına tam oturtamadık. Halk egemenliğin kaynağının kendisi olduğu bilincine ulaşmadı ve haklarına sahip çıkamadı. Halkın bu bilinç doğrultusunda eğitilmemiş olması da, halkın kandırılıp demokrasinin saptırılması da siyasetçilerimizin günahıdır. Demokrasiyi işletecek ve koruyacak kurum ve kurallar, etkin bir şekilde, hayata geçirilememişse demokrasi yaşayamaz, ya da demokrasi dışı yöntemlerle korunmaya çalışılır. Tarihimizde ibret alınacak, yaşanmış bir örnek var.

Osmanlı’da 1877’de, Abdülhamit, demokrasinin ilk aşaması olan, meşrutiyeti ilan etmesi koşulu ile padişah oldu ve meşrutiyeti ilan etti. Bir süre sonra, Osmanlı-Rus harbini bahane ederek, meclisi süresiz kapatıp, otuz üç sene ülkeyi tam despotizmle yönetti. Demokrasiye inanmış bir insan değildi, ‘’demokrasi treni onun için bir araçtı, fırsat bulduğu ilk istasyonda indi.’’ Meşrutiyet anayasasını hazırlayanları önce zindanlara attırdı sonra boğdurdu. Osmanlı padişahları içinde dini siyasette en çok kullanan padişah, odur.

Tarih, objektif bir gözle bakıldığı zaman, ders alınacak, paha biçilmez bir kaynaktır. Birinci meşrutiyet, doğru yaşanabilseydi, otuz üç sene heba edilmez, ikinci meşrutiyet, 31 Mart vakası yaşanmayabilirdi. Atatürk’ün Cumhuriyeti doğru yaşanabilseydi, demokrasimiz bugünkü durumda olmazdı. Dünü kaybettik, hayıflanmak onu geri getirmez, gene de tarihten ders alıp, aklımızı başımıza toplayıp, bütünlük içinde yarını kurtarmaya çalışalım.

*

ABD iki vasfı ile çok gururlanıyor. Birisi, Amerikan rüyası, yani yaşadığı refah ve süper güç olma duygusu. Diğeri, Amerikan silahlı kuvvetleri, yani o refahın, o duygunun temininde ve korunmasında büyük rolü olan fiziki gücü, yani silahlı kuvvetleri. Tarihimiz ABD den çok daha eski, onun bizden ders alması gerekirken, biz onun bu yaklaşımından ders alsak ne kadar iyi olur. Varsa, bireysel yanlışlar mutlaka düzeltilmeli, ama onları bahane edip, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni onarılmaz şekilde tahrip etmek, ülkeye çok büyük ihanettir.

Türkiye’nin jeopolitik konumunun çok önemli olduğunu söyler, kendimize bir paye çıkarırız. Bu önem iki taraflı keskin kılıç gibidir. Jeopolitik konum güçle desteklenirse bir avantaj, güçten yoksun ise, bir dezavantajdır. Ulusların coğrafyalarını değiştirme şansı yoktur, ancak akıllı, bilgili insanlar coğrafyalarının negatif etkilerin azaltıp, pozitif etkilerini artırabilirler. Japonlar bu konuda örnek sayılabilir.

Ulusal gücü dışa yansıtan politik güç ekonomik ve askeri güçten yoksun ise, laf salatasından öteye geçemez.

*

Demokrasimize yönelik en büyük tehdit, demokrasilerin vazgeçilmez kurumları olan, siyasi partilerimizdir. Amaçları, Türkiye’yi iyi yönetmek için iktidar olmak değil, kendi çıkarlarını kollamak ve ideolojilerini siyasi rejimde egemen kılmak için iktidara gelmek. Demokratik kuralların en az işlediği, lider sultasının hudutsuz olduğu organizasyonlar, siyasi partiler. Toplumu aldatanlar, kamplara bölenler, “İti, ite kırdırarak” varlıklarını sürdürmeye çalışanlar, demokrasiyi ideolojik amaçları için araç olarak kullananlar, politikacılardır. Politikacının hemen arkasından gelen bir büyük tehlike de, okumuş, fakat aydınlanmamış, toplumu aydınlatamayan, iki yüzlü sahte aydınlardır.

Siyasi veya Devlet memuru olarak, devletin gücünü ele geçirenler, o gücü ulustan önce kendileri için kullanıyorlar. Yasaların suç saydığı fiilleri işleyenler, devlet görevli iseler, onlara verilecek ceza, aynı suçu işleyen vatandaşa verilecek cezadan en az, üçte bir oranında artırılmış olmalı.

Yasaları eşit uygulamayan, çağ dışı anlayışları hukuk düzeni içinde muhafaza eden, evrensel hukuku ulusal hukukuna yansıtmayan devletler uygar, ciddi, saygın olamazlar.

*

Boston’da Bilim Müzesini (Museum of Scıence) gezdim. Okullar, öğrencilerini yoğun bir şekilde bu müzeye getiriyorlar. Antarktika’nın keşfi ve şimdiki durumu ile ilgili küresel boyutta bir film izledim, heyecan vericiydi. Dikkatimi çeken bir husus da, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, sekiz, on ülkenin yaptıkları anlaşma ile Antarktika’yı sahiplenmiş olmaları. Geçmişte, Florida’da Kennedy Uzay Merkezi’nde de, uzayın üç beş devlet tarafından parsellendiğini görmüştüm.

Garip değil mi, biz ülkemizin her köşesinin kadastrosunu bile bitirememişiz.

Kararlarımız büyük ölçüde yanlış, çünkü, gerçek bilgiye, sistematik bir analize dayanmıyor. Önyargılıyız, tevatüre inanan, ezberlediğini tekrarlayan bir yapımız var. Sahip olduklarımızdan daha iyilere, daha güzellere sahip olabiliriz, eğer, bilgili, bilinçli özgür irade ile çağdaş değerleri benimser ve yaşatırsak.

Arayışlarınız, çabalarınız tükenmesin.

Boston, 22 Mayıs 2010