18 Mart’ta, yurdun çeşitli yerlerinde, özellikle, Çanakkale’de, “Kutlama” törenleri yapılıyor. İsimlendirme, yanlış olmamakla beraber, “Anma ve Kutlama” törenleri diye, isimlendirilse, sanırım, daha uygun düşer. Hem zaferin sevincini kutlamış, hem de, o sevinci bize yaşatan kahramanları, saygı ve sevgi ile anmış oluruz.
18 Mart 1915’i anlamak için, 1914’ten itibaren cereyan eden olayları, özetle, hatırlayalım.
Avrupa’nın büyük devletleri, uzun zamandır gruplaşıyorlardı, Ağustos 1914’ten itibaren, birbirlerini yemeye başladılar, Birinci Dünya Savaşı…
İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, bir tarafta, Almanya, Avusturya-Macaristan karşı tarafta.
Osmanlı İmparatorluğu, henüz, savaşa girmemiş. İki tarafın da, Osmanlı üzerinde, çok yoğun baskısı, var.
İngiltere, Fransa, özellikle, Rusya, Osmanlı’yı, aralarına almak istemiyorlar, çünkü, savaşın sonunda, Osmanlı topraklarını paylaşmak için, anlaşmışlar. Aralarına almak istemezken, Osmanlı’nın karşı tarafta yer alması da işlerine gelmiyor. Onlar için en iyi sonuç, Osmanlı’nın tarafsız kalması.
Almanya, Osmanlı’nın, kendi yanında olması için türlü yöntemlere başvuruyor, fakat Osmanlı’yı, bir ortak, bir müttefik gibi değil, emellerine hizmet edecek, vereceği ile yetinecek, bir yardımcı gibi yanında görmek istiyor.
Osmanlı zor durumda, tedirgin, şaşkın. İmparatorluğu yönetenler savaşa girmenin kaçınılmaz olduğuna inanmışlar, çabalarını taraf seçmeye yoğunlaştırmışlardı.
Osmanlı’nın, kendisine, en fazla güvence veren tarafta yer almak istemesi çok doğal. Ancak, önce, Osmanlı’nın savaşa girmesi, kaçınılmaz mıydı, sorusunu irdelemekte yarar var. Bugün, o günün maddi verilerini, tarafsız bir gözle, değerlendirebilsek bile, o günün psikolojisini ve korkularını tam ölçemeyeceğimiz için, savaşa girmenin kaçınılmazlığını düşünmelerini, kabul edebiliriz. Ancak, bir başka gerçeğin dikkate alınmaması büyük bir hatadır. Gerçek şu; Diğer faktörler ne olursa olsun, Osmanlı’nın savaşa girmesi kaçınılmaz bile olsa, Osmanlı, kesinlikle, bir savaşa hazır değildi ve hazır olunmayan bir savaşa girmek, ölümü seçmektir. Osmanlı savaşa hazır değildi, çünkü;
-1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı,
-1897 Osmanlı-Yunan savaşı,
-Girit olayları,
-1911 Trablusgarp savaşı,
-1912 Balkan savaşları,
-Bu dönemler içinde cereyan eden harpler, ayaklanmalar, toprak kayıpları, Osmanlı İmparatorluğu’nu, siyasi, ekonomik ve psikolojik yönden, tüketmişti.
-Savaş, hazırlıklı, eğitimli bir ordu ile yapılır. 1914 e gelinirken, Osmanlı’nın savaşa girecek böyle bir ordusu da, yoktu. Ordu, ıslah etme, gençleştirme ve yeniden yapılandırma çalışmaları kapsamında, büyük ölçüde, terhis ve emeklilik işlemine tabi tutulmuştu.
Bu durumda, eğer, başta yetenekli liderler olsaydı, savaşa girmek kaçınılmaz bile olsa, en azından, orduyu hazırlamak ve Harbin sonunu, biraz daha net görülebilmek için, zaman kazanmaya çalışırlar, 1914 yılında, Birinci Dünya Harbi’ne girmemek için, bütün çarelere baş vururlardı.
Bu düşüncenin tam tersi istikametinde adımlar atıldı. Daha, devlet düzeyinde savaş kararı alınmadan, iktidarı elinde bulunduran, İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerinin, belki de, tek başına Enver Paşa’nın düşünce ve davranışları sonucu, Osmanlı, apar, topar savaşa sürüklendi.
O günlerin, bazı sıcak gelişmelerini, hatırlarsak, bu olayı, daha net görebiliriz.
1914 yılının Ağustos ayı başlarında, savaşın başlamasından birkaç gün önce, Akdeniz’deki İngiliz savaş gemileri, Almanların, yeni üretim, teknolojisi ve kabiliyetleri yüksek, Goeben ve Breslau zırhlılarını yakından takip etmekteler, savaş ilan edilir edilmez, taarruz edecekler. Bu nazik durumda, Alman savaş gemileri, beklenmeyen bir emir alırlar ve gece karanlığından da, yararlanarak, süratle bölgeden uzaklaşıp, Çanakkale Boğazı’nın önlerine gelip, Osmanlı yönetiminden, boğazdan içeri girme izni isterler. Bu, son derece tehlikeli isteği, zaman darlığını bahane göstererek, Enver Paşa, Sadrazamla bile görüşmeden, kabul eder. Gemiler, Çanakkale Boğazı’ndan geçip, İstanbul’a geldiler ve Dolma bahçe Sarayı önünde demirlediler, belki de, namluları saraya dönüktü. Bu durumun, ne anlama geldiğini, kimin, kime ne demek istediğini, siz yorumlayın…
Böyle bir ortamda, Osmanlı’nın, savaşa girip, girmeme seçeneğini bırakın, taraf seçme alternatifi bile, kalmamıştır.
Müttefikler, Osmanlı’dan, uluslar arası kurallar gereği, savaşan taraflardan birine ait olan, bu gemileri, Osmanlı kara sularının dışına çıkarılmasını istediler. Sorun, Almanların, bu gemileri, Osmanlı’ya bağışladığını ilan etmesi ile, şeklen, çözülmüş göründü.
Birinci Dünya Harbi öncesinde, Osmanlı, İngilizlere, iki savaş gemisi siparişi vermiş, ancak savaş koşulları belirince, İngilizler, bedeli ödenmiş, bu gemilere el koyup, Osmanlı’ya teslim etmemişti. Bu hareket, tabii ki, ahlaki değil. Almanların, gemileri bağışı, İngilizlerin el koyma eylemine, bir misilleme olarak gösterildi…
Yavuz ve Midilli adı verilen, bu zırhlılar, başlarında Osmanlı fesi taşıyan, Alman personelinin komutasında, 29 Ekimde Karadeniz’e açıldılar ve 30 Ekimde, Rusların Odesa ve Sivastopol Limanlarını topa tuttular. Gemiler, Osmanlı bayrağı taşıyor, mürettebatı, Osmanlı fesi giyiyor, ama onlar her şeyleri ile Alman…
Osmanlı savaşa girmemiş, ama, resmen, kendisinin olduğunu kabul ettiği, bu gemiler, savaşan taraflardan birinin limanlarını bombalıyor. Bunun, ne, uluslar arası savaş kuralları, ne de, devlet anlayışı ile bağdaşır bir yanı yoktur. Bu bombardıman, Osmanlı yetkililerinin bilgisi ve izni ile yapıldı ise, Osmanlı’nın ayıbını, bilgisi ve izni dışında yapıldı ise, Osmanlı’nın, ne kadar, aciz durumda olduğunu ve yanancılarla işbirliği yapan yerli yöneticilerin oyuncağı olduğunu gösterir.
Osmanlı, bir devlet düzeni içinde, değerlendirmesini yapıp, iradesiyle, harbe girme, kararı verseydi, bu karara, kimileri doğru, kimileri de yanlış dese bile, bu, ciddi ve meşru bir karar olurdu. Bu durumda; Ortada irade yok, perişanlık, basiretsizlik, işbirlikçilik var. Osmanlı, savaşa girmemiş, eli kolu bağlanıp, savaşın içine atılmıştır.
Bunun hesabını, kim, kimden soracak? Bunun vebalini, kim ödeyecek? Tabii ki, kimse ödemeyecek, ama ceremesini, her zaman olduğu gibi, millet çekecektir…
Keşke, bugün de, bu tür şeylerin olmadığına inanabilsem…
Bu olayların, kaçınılmaz bir sonucu olarak, 1. Kasım. 1914 de, Osmanlı resmen savaşa girdi…
Yaşanmış olaylar, iyi bilinmeli, doğru değerlendirilmeli.. Enver Paşa olayı, bunlardan biridir..
Enver Paşa, sarayın damadı, Osmanlı’nın, güçlü adamı, Almanlara hayran ve aşırı bağlı, buna karşın, Almanların, onu nasıl değerlendirdikleri, pek belli değil, ama, şu bir gerçek ki, onun vasıtasıyla, savaş süresince, Osmanlı ordularını, Alman siyaseti, Alman çıkarları doğrultusunda, kullandılar. Enver Paşa sahneye çıktığı, ilk dönemlerde, topluma, bazı şeyler kazandırmış, fakat sonradan, Devlete ve millete çok büyük bedeller ödettirmiştir. Sarıkamış faciası da, onun eseridir…
Devlet yönetiminde, yanlış yapan kişilerden, yaşarken, hesap sorulmalıdır, yaşamayan kişilerin vereceği bir hesap yok. Onların değerlendirilmesi, ancak, ders alma ve başkalarına, örnek olma, amacına dönük olabilir.
Coğrafi bakımdan, Türkiye’nin bugünkü konumu ile Osmanlı’nın dünkü konumu arasında, küçülmüş olmasının dışında, büyük fark yoktur. Osmanlı coğrafyası üzerindeki, yabancı emelleri, cumhuriyet coğrafyası için de, geçerlidir…
Devlet anlayışı bakımından, Osmanlı ile cumhuriyet arasında çok büyük farklar olması gerekir, çünkü yapı ve felsefe tamamen farklı. Ama, uygulamada, o farkı gerçekleştirebildik mi ve kullanabiliyor muyuz, emin değilim. Osmanlı’da mevcut zihniyetlerin, aynen veya benzer şekilde, şimdi de, devam ettiğini düşünüyorum. Bilgisiz, basiretsiz, işbirlikçi, yöneticileri silip, atamamışsak, çizgimizin Osmanlı’nın çizgisinden farkı olmayacak demektir.
Birinci Dünya Harbi, başladıktan, takriben altı ay sonra, bütün cephelerde, durağan bir karakter kazandı…
Rusya, hem cephelerde, hem de, ülkesi içinde, ekonomik ve ideolojik, büyük sorunlar yaşamaya başladı. Elindeki buğdayı, dışarıya ulaştırıp satamıyor, batının teknik yardımını alamıyor, içeride, komünistler ülkeyi karıştırıyor.
Bu statik durumu aşmak için, İngiltere, Fransa destekli, yeni bir strateji geliştirdi. Çanakkale Boğazı’nı açıp, İstanbul’a ulaşmak. Bu sağlanabilirse;
-Osmanlı, çökecek ve savaş dışı kalacak.
-Rusya’ya, teknik destek ulaştırılarak, güçlenmesi sağlanacak.
-Rus buğdayı batıya ulaştırılarak, hem, batının buğday ihtiyacı karşılanacak, hem de, Rusya’ya parasal destek, sağlanacak.
-Almanya yalnız kalacağı için, yenilmesi çabuklaşacak.
– Savaş ne kadar çabuk bitirilirse, o ölçüde, can kaybı önlenecek ve ekonomik tasarruf sağlanacak.
Bu maksatla, zamanının en güçlü, müttefik donanması oluşturdular ve 19 Şubat 1915 de, Çanakkale Boğazı’na ve boğazı koruyan tabyalara taarruzlara başladılar.
Şiddetli taarruzlar, bir ay sürdü, bütün engellerin ortadan kaldırıldığı, kanaatine varan, müttefikler, 18 Mart 1915 günü, dünyanın en güçlü donanması ile, kendilerinden emin, büyük bir azamet ve gurur içinde, üç dalga halinde Çanakkale Boğazı’na girdiler. Boğazı, gösterişli bir düzenle geçeceklerini umuyorlardı.. Ancak, umdukları gibi olmadı, Türkler, tamamen, yok, olmamıştı. Nusrat mayın gemisi ile, bir gece önce, rastgele döşenen, mayınlar ve tabyalardan açılan ateşler, o emsali görülmemiş güçlü donanmaya, akıl almaz kayıplar verdirdi. Müttefikler, verdikleri büyük maddi kayıpların yanında, aynı zamanda, onurları da, kırılmış olarak, geri çekildiler.
18 Mart 1915, Çanakkale ve Gelibolu muharebelerinin birinci safhasının noktalandığı, müttefikler için bir hezimet, Türkler için büyük bir zafer günüdür. Kutlamalar bunun içindir…
Yukarıda sıraladığım nedenlerden, Çanakkale Boğazı’nın açılması büyük önem taşıdığından, müttefikler, denizden açamadıkları boğazı, Gelibolu yarım adasına yapacakları kara harekatı ile açmaya karar verdiler.
İlk kara taarruzu, 25 Nisan 1915 de başladı. Donanmalarının güçlü ateş desteğinde, üstün kuvvetlerle yaptıkları taarruzla, karaya çıkıp, orada tutunmaya muvaffak oldular, fakat ilerleyemediler.
Karşılarına, gene, ummadıkları, bir güç çıkmıştı. Bu güç, çok yorgun, bitkin de olsa, henüz ölmediğini ispatlayan, Türk Askeri ve onun sürpriz komutanı, Yarbay Mustafa Kemal’di.
Hedef çok önemliydi. Kuvvetlerini, yeni takviyelerle, güçlendirerek, taarruzlarını, büyük çapta, Mayıs ve Ağustos aylarında iki defa daha tekrarladılar, fakat denizden geçemedikleri Çanakkale’yi, kara harekatıyla da, açamadılar ve Ağustos 1915 de, çekip gitmek zorunda kaldılar.
Şubat-Ağustos, 1915 tarihleri arasında cereyan eden, deniz ve kara savaşlarının kahramanlarını şükranla, minnetle anmak görevimiz, bize bıraktıkları onuru, doya, doya yaşamak hakkımızdır. Yeter ki, bize bıraktıkları değerleri layıkıyla koruyalım.
Tarihte cereyan etmiş savaşlardan pek azının sonucu, Çanakkale-Gelibolu muharebelerinin sonucu kadar tarafları etkilemiştir. Çanakkale-Gelibolu muharebelerinin, bizim için zafer, müttefikler için hezimet olmanın yanında bir bedeli ve tarihin akışını değiştiren sonuçları vardır. Kazanmamış olsaydık ortaya ne biçim bir tablo çıkardı, satır başları ile belirtmeye çalışayım;
-Osmanlı, 1915’te, çökerdi.
-Birinci Dünya Harbi 1918 yılına kadar sürmez en az iki sene daha önce biterdi.
-Rusya’ya yardım sağlanacağı için, Çarlık rejimi yıkılmayabilir ve Komünist rejim, Rusya’ya egemen olamayabilirdi.
-Rus Çarlık rejimi savaşın sonunu getirebilseydi, Birinci Dünya harbinin sonucu, Osmanlı için, Sevr’den çok daha beter olurdu.
-Kendine güvenini kaybetmiş Osmanlı ordularının kazandığı moral ve coşku kurtuluş savaşına kadar uzanmıştır.
-Rusya’daki komünist yönetim, savaştan çıkıp, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ordularını geri çekmeseydi, Osmanlı’nın savaş yükü çok daha ağır olurdu.
-Rusya’daki komünist yönetim, Çarlık Rusya’sının imzaladığı gizli anlaşmaları açıklayıp, Osmanlı üzerindeki emellerinden vazgeçtiğini ilan etmeseydi, Türkler üzerindeki siyasi baskı çekilmez olurdu.
-Rus Komünist yönetiminin, Anadolu’daki, Türk Kurtuluş Savaşını desteklemesi, Türkiye için çok büyük bir destek olmuştur.
-Türkiye, Gelibolu’da, takriben, 250 000 insanını kaybetmiştir. Bu insanlar, ülkelerini savunmak için canlarını verdiler, sakat kaldılar, kayboldular. Bu çok büyük bir bedeldir. Şehit, kayıp, sakat, gazi olan bu insanların bir bölümü, henüz askerlik çağına bile gelmemiş, öğrenimini yarıda kesip cepheye koşmuş gençlerdir. Bütün canlar değerlidir, ancak burada kaybettiklerimiz, en genç ve en tahsilli insanlarımızdı.
-Gelibolu’nun, bir ibret tablosu da, ANZAKLAR’DIR. İngilizler tarafından, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan getirilip, Gelibolu’da savaştırılan, bu sömürge insanlarının, nerede, kime karşı ve ne için savaştıklarını bildiklerini sanmıyorum. Mecbur oldukları için veya bir şey karşılığı, toplanıp, getirilip, savaştırıldılar. Sömürünün çirkin, fakat, gerçek yüzü.
Gerçi, o gün savaşanların torunları, yıllardır, 25 Nisanda Gelibolu’ya gelip, törenler yapıyorlar, ama, niçin yaptıklarını, pek anlayamıyorum.
Ölülerini anmak için ise, olabilir, Atatürk de, artık onlar bize emanet demişti.
Kendilerine bir kimlik yaratmak için ise, gene olabilir.
Bir saldırıyı kutlamak için ise, anlaşılması zor ve de olmaması gereken bir eylem. Türklerden ne alıp, veremedikleri vardı ki, onlara saldırdılar ve bunu kutluyorlar.
Son zamanlarda, sanırım, onlar da, kendi içlerinde, Gelibolu’da, ne aradıklarını sorgulamaya başladılar…
Gelibolu savaşlarının, en büyük sonucu, en büyük kazancı, Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in, ATATÜRK olma yolunda, önemli bir adım atmış, olmasıdır.
Atatürk, sembolik olarak, Gelibolu’da doğmuştur.
T.C. Devleti’nin temelleri, sembolik olarak, Gelibolu’da atıldığını düşünüyor ve iki nedene bağlıyorum: birincisi, Atatürk’ün doğması, ikincisi, Çarlık Rusya’sının ölmesi.
Eğer, Mustafa Kemal, Gelibolu’daki başarısı ile, ülke çapında bir üne kavuşmasaydı, diğer komutanlar ve Anadolu insanı, Kurtuluş Savaşında, onun peşinden gitmezdi.
Eğer, Çarlık Rusya’sı yıkılmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşama geçirilmesi, sanki, imkansız olurdu.
Ne kadar gerçekçi veya sanaldır, ama, bugün yaşadığımız birçok güzelliğin temelinin Çanakkale-Gelibolu’da atıldığına inanıyorum.
İngiltere Başbakanı, ‘’İnsanlık, asırda bir tane dahi yetiştiriyor, asrımızın dahisini, Türkler yetiştirdi, şansa bakın ki, o da bizim karşımıza çıktı…” demişti.
Atatürk’ün, Gelibolu başarılarını, o gün, kişisel kıskançlığından, Enver Paşa gölgelemeye çalışmıştı. Bugün, başkaları, başka amaçlarla, aynı yönde çaba sarf ediyor. Birileri, ‘’Menkıbeler….” diye kitap yazmış Gelibolu’daki başarıları evliyalara mal etmeye çalışmış. Bu zihniyetin, kime hizmet ettiğini, pozitif düşüncelerle kavramak mümkün değil. Daha da, kötüsü, bu kitaba, Devletin Kültür Bakanlığının, ‘’Resmi tarih bunları yazamaz” gibi, bir not düşüp, kitaba sempati ile bakması. Atatürk’ü, kişisel güçleriyle yenemeyenler, onun karşısına manevi güçleri çıkarmaktan, hiç utanmıyorlar. Evliyaların, asırlarca süren hezimetlerde, neden devreye girmediğinin cevabını da, ancak onlar bilebilirler.
Birileri dışarıdan, birileri içeriden, Laik, Demokratik, Türkiye Cumhuriyeti’ni değiştirmek, bozmak, yıkmak için çabalıyor. Çok sağlammış, hala, dimdik ayakta, dilerim hep dimdik ayakta durur.
Atatürk, ‘’en büyük eserim” dediği, Laik, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni, en çok güvendiği, Türk Gençliği’ne emanet etti…
Türk Gençliği, bu emanetin değerini, önemini mutlaka bilecek ve mutlaka ona sahip çıkacaktır, buna inanıyorum…
Türk Gençliği, yerine konulamaz, zararlar doğmadan, emanete sahip çıkmak için, bilinçli ve özverili çabalar içine girmelidir. Gençlik bunu sadece, Atatürk’e ve onu yalnız bırakmayan arkadaşlarına saygı için değil, aynı zamanda, kendi geleceğini güvence altına almak için, yapmak zorundadır.
Gelibolu’da, Sarıkamış’ta , Sina çöllerinde, Yemen’de, İnönü’de Sakarya’da, Dumlupınar’da ve diğer cephelerde, bu ülke için, bu devlet için, bu ulus için canını verenler, yakamıza yapışmadan, birey olarak, ulus olarak, devlet olarak, Laik, Demokratik, bir Hukuk devleti olan, T.C. Devleti’ne sahip çıkma çabası içine girmeliyiz. Bundan büyük sorumluluk, bundan daha önemli görev olmaz.
Ne yapılacağını, nasıl yapılacağını, düşünen, arayan herkes bulabilir…