Kişilerin, toplumların ve devletlerin hayatında köklü değişikliklerin olduğu, bir şeyin bitip yeni bir şeyin başladığı önemli dönüm noktaları vardır. Dönüm noktalarını akıl, öngörü ve iradenin ürünü olarak oluşturanlara ne mutlu. İşi şansa bırakmış olanlara acımak bile gerekmez. Bu noktalarda keskin bir dönüş yapılırsa çalkantılı bir süreç yaşanır, yarıçapı büyük, dairesel bir dönüş yapılırsa sancıları hissedilmeyebilir. Önemli olan dönüşün ileriye mi, geriye mi olduğudur. İleriye dönüşler, geri kalmışlıktan kurtulup, çağı yakalamayı hedefler.
Tarihimizdeki bazı dönüm noktaları;
26 Ağustos 1071, Malazgirt Meydan Muharebesi; 1299, Osmanlı Aşireti’nin Anadolu Selçuklu Devleti tarafından Beylik Alametleri ile ödüllendirilmesi; 1566, Birinci Viyana Kuşatması’nın başarısızlıkla sonuçlanması; 30 Ekim 1918, Mondros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun koşulsuz teslim olması; 19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması; 30 Ağustos 1922, Türk Ordularının Büyük Zaferi; 24 Temmuz 1923, Lozan Anlaşması’nın imzalanması; 29 Ekim 1923, Cumhuriyet’in ilanı; 3 Mart 1924, Hilafetin kaldırılması; 10 Kasım 1938, Atatürk’ün ölümü; 14 Mayıs 1950, Demokrat Partinin seçimi kazanıp iktidar olması; 28 Ağustos 2007, T.C.’nin 11. Cumhurbaşkanının seçilmesi.
Seçtiğim örneklerden iki tanesi üzerinde duracağım. Amacım, bir devri sorgulamak değil, yaşanmışlardan hareketle, yaşanması muhtemel konulara dikkat çekmektir. Demokratik kurallar içinde, düşüncelerini ifade edip, tepkilerin ortaya koyarak vatandaşlık görevini yapmayan umursamaz, nemelazımcı insanların sonradan ağlamaya bile hakları olamaz.
14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti seçimi kazandı ve iktidar oldu. Devleti kurup, 30 yıl yönetmiş tek partinin, ikinci adamının çekilmesi, örnek bir demokratik davranıştır ve bu nedenle o tarih bir dönüm noktasıdır. Gönül isterdi ki, Demokrat Parti de iktidara geldiği yöntemle, iktidardan ayrılmayı içine sindirebilmiş olsun. Yazık ki, olmadı.
İlk icraatları, Haziran ayı başlarında Türkçe ezanı kaldırmak oldu. Herhalde bazı kesimlere diyet borçlarını ödediler. Demokrasiyi geliştirmek, çağdaşlaşma yolunda adımlar atmak ve ekonomik sorunları gidermek için çalışmak yerine, devletin temel değerlerini geriye doğru değiştirmeye yöneldiler. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Atatürk’ün başbakanı idi. Başbakan Adnan Menderes, Serbest Fırka deneyiminden sonra, Atatürk’ün partisine girmiş ve oradan bu noktaya gelmişti. Hangi güçler, hangi hırslar, hangi doğrular veya hangi yanlışlar onlara rehberlik etti veya onları esir aldı sorusunun cevabını, tarihe bırakıyorum. Bildiğim şu; köklü toplumsal değişimlerle kafası karışan ve İkinci Dünya Savaşı’nın zor koşullarını yaşayan halk, kendisini 30 yıldır yöneten siyasi partiyi değiştirmek için, yeni kim olursa olsun, ona rey verecekti ve öyle yaptı. O, bilinçli ve soğukkanlı bir seçimden ziyade, duyguların istismar edildiği, yönlendirilmiş bir hareketti. Ümitle başlayan yeni süreçte, bir süre sonra endişeler oluşmaya başladı. İktidarın başının; “Odunu aday göstersem seçtiririm”, “Battal Gazi ordusu”, “Siz isterseniz Şeriatı da geri getirirsiniz” gibi, devletin değerlerine ve kurumlarına meydan okuyan söylemleri yenilir yutulur gibi değildi. İktidarlarını sürdürmek için işi anayasa suçu işlemeye kadar götürdüler.
Devletin kaderine 10 yıl süre ile egemen olmuş iktidarın bir ve iki numaralı kişilerini Yassı Ada duruşmalarında canlı olarak gördüm. Birbirlerinin yüzüne değil, bulundukları tarafa bile bakmıyorlardı. Neden? İkisi de “aynı yolları beraber yürümemişler miydi, aynı yağmurda beraber ıslanmamışlar mıydı?’’
Siyasi yanlışların bedelini sadece hatayı yapanlar ödemiyor, toplumda ve ülkede onarılmaz yaralar açılıyor. O dönemde, Türkiye paha biçilmez bir fırsatı kaçırdı. O kayıpları geri getiremeyiz, ama yaşanan acılardan alınacak derslerle gelecekte yapılması muhtemel hataları önleyebiliriz.
28 Ağustos 2007’de T.C.’nin 11. Cumhurbaşkanı seçildi, çok büyük bir onur, kutluyorum. Demokrasiyi işletebilmişiz sevinmemiz gerekir. Normal görüntüye rağmen, toplum rahatlatmadı, aksine kuşkular arttı, gelecek net olarak görülemiyor, o nedenle 28 Ağustos 2007 bir dönüm noktasıdır. İki nedeni söylemekle yetineceğim;
Birincisi; Sayın Cumhurbaşkanının, çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerinde, içinden geldiği ideolojik ortamdan aldığı ilham ile günümüzdeki bazı beyanları, T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi ve temel değerleri ile bağdaşmıyor.
Görüşlerinin bir bölümü bireysel inanç kapsamındadır ve saygı duyulması gerekir, ancak o görüşlerin bireysel kapsamda kalacağının bir güvencesi yok. Sayın Cumhurbaşkanı, “Anayasa rehberim olacaktır” diye güvence veriyor, ama yapılacak yeni anayasada Mustafa Kemal Atatürk’ün tasfiye edileceği, laiklik ilkesinin radikal dincilerin önünü açacak tarzda tarif edileceği ve devleti kuran kurum ve değerlerin pasif hale getirileceği, yerli ve yabancı basında gözümüzün içine sokulur şekilde yazılıyor. Hangi anayasa Sayın Cumhurbaşkanının rehberi olacak?
Bir kısım radikal dinciler şimdiden gemi azıya almış durumdalar. Sayın Cumhurbaşkanı, yarın, istese de, onları durduramayabilir. Onlar diyetlerini isterler. DP de başlangıçta bunlarla sarmaş dolaş idi, ama iş öyle bir noktaya geldi ki, “Atatürk’ü koruma yasasını” çıkarmak zorunda kaldı.
Hesaplanamayan risklerin altına girmek akıl ve gerçekçilikle bağdaşmaz. Türbanı bireysel tercih olarak niteleyenler, yarın, “kara çarşaf benim bireysel tercihim” diyenlere ne cevap verecekler? İnanç, bireylerin vicdanlarında iken çok saygındır, oradan çıkarılıp kamusal alana sokulduğu zaman tamamen siyasi bir ideoloji olur ve nerede duracağı kestirilemez.
İkincisi; Sayın Başbakanın, seçim akşamı “herkesi kucaklayacağını ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde uzlaşma arayacağını” ifade etmesi toplumu çok rahatlatmıştı. Ancak, MHP’nin TBMM oturumlarına katılacağını açıklamasını yeterli bir güvence sayarak uzlaşma arayışından vazgeçmesi, toplumdaki güven duygularını zedelemiş, endişeleri artırmıştır.
Bayar ve Menderes ikilisi ile Erdoğan ve Gül ikilisinin doğum ve iktidara geliş tarihleri arasında takriben yarım asırlık bir zaman dilimi var. Zaman insanlara çok şey kazandırabilir. Dilerim, sağduyu ve akıl egemen olur. Geçmişte ümitle başlayıp hüsrana dönüşen sürecin aksine, bugün endişe ile başlayan süreç güzelliklere dönüşür. Ben endişelerimde yanılmış olmaya ve onları alkışlamaya hazırım.
Filozof diyor ki;
Eğer yöneticiler erdemli ise, yasalara bile gerek kalmayabilir, yok, yöneticiler erdemli değilse, yasa olsa da fayda etmez.
Şair diyor ki;
Ne efsunkar imişsin ey hürriyet!
Esirin olduk, gerçi kurtulduk esaretten.
Ben diyorum ki;
Ne gizemli imişsin ey demokrasi, herkes seni başka türlü algılıyor.
Şaşkına döndürdüler bizi, farklı demokrasi söylemleri ile…
Batı, demokrasi dersi veriyor, bizi baskı altında tutmak için…
Şeriatçı, demokrasi dersi veriyor, şeriatı geri getirmek için…
Bölücü , demokrasi dersi veriyor, ülkeyi parçalamak için…
Yarım aydınlar, demokrasi dersi veriyor, kendilerine bilmişlik payesi çıkarmak için…
Yasa dışı kişiler, demokrasi dersi veriyor, yaptıkları yanlarına kar kalsın diye…
Hepsi seni bağrına basmış, sana hayran, sana aşık görünüyor.
Ey demokrasi, bu aykırı dinamiklerle senin ortak yanın nedir?
Sen, onlar için ulaşılması gereken bir değer mi, yoksa onları hedeflerine ulaştıran bir araç mısın?
Ey demokrasi! ben, seni, erdemi, özgürlüğü, hukuku içinde barındıran bir yönetim biçimi olarak algılıyor ve seni yaşamak için birçok fedakarlığı göze alıyorum, ama yaşayamıyorum. Sen, benden çok onların amacına hizmet ediyorsun. Sen, benim, toplumun ve ülkenin refahını ve devletin güvenliğini sağlayacak yeterli güce sahip değil misin? Ben hayal peşinde mi koşuyorum? Yanlışlık nerede?
Her şeye rağmen, ey demokrasi, senin peşini bırakmayacağım, çünkü benim sığınacağım başka hukuk düzeni yok.
Türk ulusu, kazanımlarını yitirdikten sonra dövünmemek için, gözünü dört açıp, demokratik kurallar içinde haklarını korumalısın. Sana bu yakışır…
4 Eylül 2007