Bu yazımda, kısa kısa birkaç konuya değineceğim. Değineceğim konular, aslında, bilinen konular, amacım, sadece hatırlamak veya hatırlatmak.
Hatırlamayı pek sevmeyiz, çünkü, gerçeklerle yüzleşmekten hoşlanmayız. Hatırlatmayı küçümseriz, çünkü, bilgiçlik damarımız kabarır. Ne olmuş yani, yeni bir şey değil ki, onu ben zaten biliyorum, gibi bir de çıkış yaparız.
Bir konuyu bilmek, bir konuyu anlamış olmak ve o konuyu yaşam tarzı haline getirmek çok farklı şeylerdir. İnsanların çoğu, çok şeyi bilir, (aslında bildiğini zanneder), küçük bir bölümü, bildiğini anlamıştır, çok daha küçük bir kesim de, gerçekten, anladığını yaşam biçimi haline getirmiştir. Temizlik imandandır, sözünü ağzından düşürmediği halde çöpünü-pisliğini sokağa atan veya balkondan komşusunun tepesine silkeleyen bilmişler. Köpeğini dışarı çıkarıp pisliğini sokağa yaptıran sosyetik bilgiçler. Köpeğini sokağa çıkarıp pisliğini naylon eldivenle alıp, bir naylon torbaya koyan uygar insanlar. Tanıdığımız tiplerdir.
Bir de hiç bilmeyen, ama en azından bilmediğini bilen insanlar var. Bunlar bildiğini zanneden bilmişlerden daha iyidir, çünkü ukala değillerdir, öğretilmeğe açıktırlar, çevreye fazla zarar vermezler.
Yarı cahil doktor insanı candan, yarı cahil hoca, insanı dinden edermiş.
Hatırlatmak, bir tahtaya çivi çakmaya benzer. Her darbede çivi tahtaya biraz daha nüfuz eder ve sağlamlaşır.
En iyi, iyinin düşmanıdır, sözünü ilk defa kaç yaşında iken duyduğumu hatırlamıyorum. Ama ilk duyduğum zaman; saçma, olmaz böyle şey, gibi düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü, düşmanın karakterinde kötülük vardır, halbuki, en iyi, sıfatı üstünde en iyi, hiç düşman olur mu, hem de iyiye karşı düşman olur mu? Sonra espriyi fark ettim ve yaşamımın geri kalan bölümünde bu sözü çok tekrarladım. En iyi, iyinin düşmanıdır. Eğer espriyi kavrayamazsan.
Orta, iyi, en iyi kavramları sıfattır, derece ifade ederler. Hedefler çok defa benzer sıfatlarla derecelendirilir. Hedefe ulaşmak güç ister. En kısa zamanda, en iyi hedefe ulaşmak doğal bir arzudur. Ama bu arzu düşünülürken, güç hesaba katılmazsa, arzu hayal olur, hayaller de, bazen hayal kırıklığına dönüşebilir. Kaldırma kapasitesi yüz yirmi kilogram iken, iki yüz kilogramlık bir yükün altına girilirse, omurga tahrip olur ve bir daha elli kilogram bile kaldırılamaz.
Kanaatkar olmaktan çok söz edilir. Bu bir insani anlayış ve dolayısıyla bir davranış biçimidir. Çok defa da doğru olabilir. Ama farkında olmadan insanın girişimcilik ruhunu öldürür. Korkak bezirgan ne kar eder, ne de zarar felsefesi.
Zıt gibi görünen, iki ayrı durum, fakat birbirleri ile ilişkili. İkisinin de doğru ve yanlış yanı var. Gözden kaçan husus, en iyiye koşma veya azla kanaat etme kararı verilirken, akıl nerede? Karar aşamasında akıl devreye girdi mi? Yoksa, ya hırsla ya da tevekkülle mi hareket edildi?
Sorgulanması gereken önemli konu; Allah insanlara aklı niye verdi? Aklın ihtiyatı olur mu? Kendini tanımak, hedefinin büyüklüğünü hesaplamak için aklını ve onun malzemesi olan bilgiyi kullanmayanlar, ya hayal kırıklığına uğrarlar, ya da eşeğin kuyruğu gibi ne uzar ne de kısalırlar.
Dünya coğrafyasına bakın; hangi toplumlar zengin, hangi toplumlar sürünüyor? Hangi toplumlar hükmediyor, hangi toplumlar eziliyor? Sürünmek, horlanmak, ezilmek benim kaderimdir, diyen bir düşünce çağdaş olabilir mi? O sürünen ve ezilen toplumların fertleri bir de, dönüp kendi içlerine baksınlar, hangi gruplar sürünüyor, eziliyor, hangi gruplar kendilerini sömüren toplumların fertleri gibi yaşıyor?
Ezilen ve sürünen toplumlar, o durumdan kurtulmak için, ezenlerin merhamete gelmesini bekliyorlarsa, daha çok beklerler.
Birkaç gün önce, -Piyanist- Filmini izledim. Almanların, İkinci Dünya Harbi sırasında, Yahudilere yaptığı, insanlık dışı muameleyi konu ediyor. Filmi izlerken, zaman zaman insan olmaktan utandım. Zaman zaman da, Yahudilerin, bugün Filistin halkına yaptığını hatırladım. Zulme uğramış bir toplumun, bir başka topluma zulüm etmesi nasıl, ne ile açıklanabilir? İnsanın insana zulmü, insanlık dışı bir davranış olduğu için kötüdür, yoksa birileri birilerine yaptığı için değil. Yahudilerin o nesli zulüm gördü. Yahudilerin bu nesli ise, o zulmü sermaye yaptı, propaganda ile dünyayı kendine acındırdı, ve belki de bütün tarihi boyunca sahip olmadığı bir ilgiye sahip oldu. Acaba Hitler, bulunduğu yerden, ben size dememiş miydim, diye, dünyaya gülüyor mudur? Bununla Hitler haklı imiş, Yahudiler o muameleye layıkmış demek istemiyorum. Bir şey yanlış olduğu için yanlıştır, yapanın ve yapılanın konumu yanlışı doğru yapmaz.
Başka bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Yahudilere sempati duyan dünya kamuoyu aynı sempatiyi Filistin halkından niye esirgiyor? Acaba dünya kamuoyunun sempati duyma-destek çıkma kriteri, insani açıdan doğruluk ve yanlışlık değil de, siyasi açıdan menfaatine uygun olup olmaması mı? İnsanını-insanlığın gerçek yüzü bu mu?
Ben bu tür hatırlatmalar yaptığım zaman, bazı dostlarım, – her şey bitmiş, sen ne konuşuyorsun-, diyorlar. Bir bakıma haklılar, ama ben her şeyin bittiğini kabul etmiyorum. Yanıldığımı bilsem de, kabul etmek istemiyorum. Çok şeyin bittiğini ben de görüyorum ama her şeyin bittiğini kabul etmiyorum. Bu ülkede çok değerli bir potansiyel var. Mustafa Kemal, çok daha az bir potansiyelle yola çıktı. Biz Mustafa Kemal değiliz, ama, tembellik etmezsek, aklımızı kullanırsak, Mustafa Kemal eksikliğinin farkını, o günkü potansiyelle, mevcut potansiyel arasındaki farkla kapatabiliriz. Onun için hatırlıyorum ve hatırlatmaya çalışıyorum
Arayış varsa, yapılacak şey bulunur.