Akla gelen her şey, güzellikler, çirkinlikler, iyilikler, kötülükler, merhamet, acımasızlık, bütün zıtlıklar insanlarda mevcut, o nedenle insanı anlamak çok zor.
Bugün, 10 Kasım 2009. Doğal oluşum bakımından diğer günlerden hiç farkı yok, fakat Atatürk’ün yaşama gözlerini kapattığı gün olduğu için, bizim açımızdan, diğer günlerden çok farklı bir anlam ve önem taşıyor. Bugünü vesile ederek, Atatürk kültürü paralelinde, insan üzerinde düşünsel bir gezinti yapmak istiyorum.
İNSAN, kimdir, nedir veya ne değildir? İnsanı doğru tanıdığımı iddia etmiyorum, hatta insanı anlayamadığımı düşünüyorum, sadece bildiklerimi, düşündüklerimi özetle dillendireceğim. İnsanlar, dış görünüşleri bakımından birbirlerine benzeseler de içleri yani duyguları, düşünceleri, davranışları çok farklı, sanki her biri ayrı bir dünya. İnsan maskesinin altında adam gibi insan, melek gibi insan, şeytan gibi insan, canavar gibi insan olduğunu düşünüyorum. İnsan, sürekli, bir ARAYIŞ içinde. Çoğunluk, doğal yapının kaçınılmaz bir gereği olan yaşamın zaruri ihtiyaçlarının peşinde koşuyor. Buna hak vermemek mümkün değil. Anlaşılmazlık veya bilinmezlik düşünsel alandaki arayışlarda. İnsanlar bu alanda aradıklarını buluyorlar mı diye düşünürken, akla “ne aradıklarını biliyorlar mı” sorusu geliyor. Aradığını bulmuş görünenler, sanıyorum, ufuklarının sınırlarına veya güçlerinin yetersizliğine boyun eğiyorlar.
“Halk içinde muteber bir nesne yok, devlet gibi. Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.’’
Kırk altı yıl, kimseye nasip olmayacak bir ihtişamla devlet olmuş Kanuni Sultan Süleyman böyle söylüyor. Onun ifadesiyle, halkın değer yargısı ile kendisininki arasında uçurum gibi fark var. Devlet olmak için nice sultanların hayatlarını feda ettikleri bilinirken, Kanuni’nin bir nefes sıhhati devletten daha değerli görmesi, çok dikkat çekici. Devlet adına, Cem Sultan’ın oğlunu ve torununu, kendisinin iki oğlunu, binlerce Anadolu insanını öldürten Muhteşem Padişah’ın bu yargıya varması, yaşam süreci içinde insanın değer yargılarının ne kadar değişebildiğinin ibret verici bir göstergesidir. Farz edelim ki, devlet olduğu sırada Kanuni’ye, “ihtişamını bırak, sana bir nefes sıhhat değil, yıllarca ömür bağışlanacak’’ denilseydi, acaba kabul eder miydi? Kanuni Sultan Süleyman bile gerçeği bu kadar geç fark edip değer yargılarını içinde bulunduğu koşullara göre değiştirebiliyorsa, sıradan insanların düşünsel kargaşasını tahmin edin. Yaşanmış, somut örnekler ortadayken, insanın ne aradığını bildiği ve aradığını bulduğu iddia edilebilir mi? İnsan, henüz kendini arama aşamasında, önce kendisini tanısın, sonra dışarıda ne arayacağını düşünsün.
İNANILAN BİLGİLERE GÖRE İNSANLAR:
İnsan yaratıldı, adı Adem… “Adem’in kaburgasından Havva yaratıldı” ve cennete konuldular. İnsanların doğuştan günahkar olduklarını iddia edenler var, öyle olsaydı, Adem ile Havva doğuşta cennete konmazlardı. Adem ile Havva, cennette kendilerine konan yasağı ihlal ettikleri, bir başka ifadeyle şeytana uydukları için önce cennetten çıkarıldılar, sonra affedildiler. Allah’ın, onların hatasından dolayı tüm insanlığı cezalandıracağını düşünmüyorum, İslam’da sorumluluk bireyseldir, herkes kendi günahının bedelini öder. Şeytanın bir melek olduğuna, meleklerin aklının olmadığı, sadece verilmiş görevi yaptıklarına inanılır. Şeytanın, kendisinin insandan daha üstün yaratıldığını iddia ederek, Adem’e secde etmeyi kabul etmemesi, akıl ve irade kavramları ile uyuşmuyor gibi görünüyor. Şeytan, insanla yarışmak için kıyamete kadar müsaade istemiş, Allah da şeytana izin vermiş. Niçin izin verdiğini sorgulamak benim haddim değil, ama eğer bilseydim, Allah’ın insanı yaratmasındaki hikmeti sezer, insanın ne olduğunu veya olmadığını, şimdiki düşüncemden daha iyi tahmin edebilirdim. Şeytan, Adem ile Havva’yı kandırıp cennetten çıkarılmalarını sağlamakla ilk başarısını kazanmış, şeytanda akıldan üstün bir yetenek mi var ki akıllı insanı kandırabiliyor? Aklın, Allah’ın, diğer yarattıklarından farklı olarak, insana lütfettiği en üstün meziyet olduğuna inanıyorum. Fakat, insanların bir kısmının, çıkarlarına yenik düşerek çirkefe bulaştıklarını görünce, akılla ilgili şüphelerim oluşuyor, acaba onlara akıl verilmedi mi, yoksa akıl cevherinin tekamülünü tamamlaması için gerekli süre insanlara göre değişiyor mu?
Adem ile Havva’nın iki oğlundan biri, diğerini öldürmüş. Bu olay, insanda yaradılıştan gelen kötü vasıfların olduğunu mu gösteriyor, yoksa bu da gene şeytanın insanı kandırması mıdır? Allah, insan, şeytan ilişkisi benim için tam bir bilinmezlik. Allah, yaratıp meleklerin secde etmesini istediği insanı, şeytan karşısında niye bu kadar zayıf bıraktı veya insana ne görev verdi ki onu başarıp kemale ersin. İnanılan bilgiler insanla ilgili bütün sorulara cevap vermiyor, insanın kendisini tanıması, misyonunu tanımlaması, aradığını doğru tayin etmesi için başka yol ve yöntemler bulması gerekir. Herhalde, o da Kuran’da en çok geçen “akıl” ve “ilmin” beraber çalışması ile sağlanabilir.
BİLİMSEL BİLGİLERE GÖRE İNSANLAR:
Toplayıcılık ve avcılık dönemlerini takiben, insanların yerleşik düzene geçmeleri toplulukların yönetimi konusunu gündeme getirdi. Birileri çıkıp, bu yetkinin Tanrı tarafından kendilerine verildiğini iddia etti, otoriteyi, mülkü, şöhreti, parayı ellerine geçirdiler. Sonra daha da ileri giderek öteki insanların da kendilerinin malı olduklarını iddia edip, doğuştan gelen bir köle sınıfı oluşturdular. Niçin böyle olduğunu sorgulamaya insanların aklı ve güçleri yetmediği için çok uzun süre köle, serf, köylü olarak yaşadılar. Doğanın evrimini engellemeye hiçbir güç yetmiyor. İnsanların düşünsel evrimi geciktirilse bile, o da engellenemiyor. İnsanlar uyandılar, bilgileri arttı, başka coğrafyaları keşfettiler, etkilendiler, etkilediler, doğal kaynaklara ulaşarak zenginleştiler. Kazandıkları maddi ve düşünsel güçle, kendilerini bağlayan, köle, serf, köylü zincirlerini sorgulamaya başladılar. Tanrı insanları niye farklı yaratıp, birilerini efendi, birilerinin kölesi yapsın? Kandırıldıklarının, sömürüldüklerinin bilincine vardılar ve baş kaldırdılar. Zincirleri kırmak kolay olmadı, ağır bedeller ödeyerek, efendilerine, insanların eşitliği anlayışını kabul ettirdiler. İnsanların eşitliği anlayışı aklın eseridir ve toplumsal yaşamda varılan çok ileri bir aşamadır. Ancak, bu aşamaya, dünyanın bütün bölgelerinde aynı periyotta ulaşılamadığına göre, insanlardaki aklın eşit olmadığı ortaya çıkıyor. Eşitsizliğin nedeni, aklın eşit dağıtılmaması veya aklın tekamülü için gerekli koşulların, doğanın farklı yapısından veya toplumlara hükmedenlerin kısıtlamalarından etkilenmeleri olabilir. İnsanların eşitliği anlayışını efendilerine kabul ettirenler, sorunlarını tam çözmüş olmadılar, çünkü eşitlik soyut bir kavram, uygulamaya yansıması için adil paylaşımın sağlanması gerekir. Eşitliği kabul eden efendi, adil paylaşıma direndi, fakat uyanan ve aklını kullanan insan, mücadeleyi bırakmadı, insanların eşitliği gibi adil paylaşımın da bir insan hakkı olduğunu kabul ettirdiler. Bu aşamaya gelindiğinde ortaya, insanların anlaşılmazlığını gösteren çok enteresan bir durum çıktı. İnsanların eşitliğinin ve adil paylaşımın, bir insan hakkı olduğunu iddia ederek mücadele veren toplumlar, bunun tüm insanların hakkı olduğunu kabul edip diğer toplumların da haklarını elde etmeleri için onlara yardımcı olmadılar. Yeni oluşan bu kalkınmış kesim, geri kalmış diğer kesimleri öteki olarak niteleyip, onları sömürmeye başladılar. Bir anlamda, asillerin efendiliğinin yerine, kalkınmışların toplumsal efendiliği kaim oldu. Kendisi için insan hakkı olduğunu iddia ettiği değerlerin, diğer insanların da hakkı olduğunu, kabul etmemeleri, insanların ilke peşinde mi, yoksa çıkar peşinde mi koştuğu şüphesini doğuruyor. Acaba, insan insanı sevmiyor, kendisini seviyor, insanda egoizm ağır mı basıyor. Yaşanmış olaylar gösteriyor ki, bir kısım insanlar sadece zor karşısında ödün veriyor, o zaman da yöntem değiştirip sömürmeye devam ediyor. Köleyi azat etmek zorunda kalınca, ötekini yaratıyor. İşgal ile sömürme zorlaşınca, işgal yöntemini terk edip o ülkede kendisine işbirlikçiler bularak sömürüyü sürdürüyor. Eşitliği kabul etmek zorunda kalınca, kendisiyle rekabet etme gücü olmayan ülkelere, “serbest rekabet” ilkesini dayatarak, sömürüyü sürdürüyor. Her şeye rağmen, bugün insanlığın ulaştığı aşama çok önemlidir, keşke bütün toplumlar o düzeye ulaşmış olabilseler. Fakat kavga bitmemiştir. İnsanlar eşit yaratılmıyorlar, sağlıklı, sağlıksız, akıllı, akılsız yaratılanlar, gözlerini dünyaya bir servetle açanların yanında, borçlu doğanlar var. İnsanlar arasındaki eşitlik ve adil paylaşım ancak toplumsal kurallarla sağlanabilir. Yaşam hakkı, dünya nimetlerinden yararlanma hakkı, özgür iradesini kullanma hakkı, düşüncesini serbestçe ifade edebilme hakkı herkese sağlanmalı, gerekiyorsa doğuştan zayıf olanlara pozitif ayrımcılık bile yapılmalı. Yöneticisini seçecek, yönlendirecek, denetleyecek olan toplumun kendisidir, eğer toplumlar bu yeteneğe ve güce sahip değillerse, en başta içteki sömürücüler tarafından sömürülürler. Akıl, emsali olmayan bir cevherdir, ancak, akıl ahlaki temele oturtulmamış ise akılsızlıktan daha tehlikelidir, çünkü ahlaksız akıl, hem minareyi çalar hem de kılıfını hazırlar.
BİZİM İNSANLARIMIZ:
BİZ derken, ilke olarak T.C. Devleti’nin vatandaşlarını, yani Türk Ulusunu kastediyorum. Ancak, BİZ, sıfırdan, birdenbire ortaya çıkmadık, bir kökümüz, bir geçmişimiz var. Bir yerlerden gelmiş, birileriyle karşılaşmış, çok inişli çıkışlı süreçler yaşamış, getirdiklerimizle karşılaştıklarımızı harman edip ortaya bir kültür çıkarmış ve sonunda bugünkü konumumuza gelmişiz. Bugünkü konumumuzdan kastım, bugün sahip olduğumuz kültürel değerler sistemidir. O değerler sisteminin yaratıcısı da canına okuyan da bizim insanımızdır. Bizim insanımız da, genel insan yapısındaki gibi çelişkileri taşıyor. Değerler sistemimizin neleri kapsadığını, nasıl oluştuğunu, geçirdiği süreci açmak için çok eskiye gidersem kaybolurum, yakın geçmişten söz etmezsem bugünü doğru anlatamam, o nedenle, kısaca Osmanlı’dan söz edip günümüze geleceğim.
Osmanlı, doğruları, yanlışları, yapabildikleri, yapamadıkları, mutlulukları, acıları, aldıkları, verdikleriyle yaşanmış bir gerçekler zinciridir ve bizim yakın geçmişimizdir. Onu yargılamak, ona yandaş veya karşıt olmak anlamsızdır, çok yanlıştır, önemli olan o süreci doğru anlamak, olayların nedenlerini, sonuçlarını doğru öğrenmek ve bu sebep sonuç ilişkisinden ders alarak bugünü doğru temellere oturtmak, geleceği doğru şekillendirmektir. Çarpıtılmış bilgilerin ve fanatik ideolojilerin esiri olmadan, şu sorunun cevabını olabildiğince doğru verebilirsek, her şeyi olmasa bile, çok şeyi öğrenip büyük ölçüde aydınlanacağız, bildiklerimizin tümünün gerçek olmadığını, bazı gerçeklerin de saklandığını göreceğiz. Eğer bu düzeye ulaşır da aklın dikte ettirdiği önlemleri alırsak, hiç şüphem yok başımız göğe erer.
Osmanlı, küçücük bir beylikti, koskoca bir imparatorluk oldu. Osmanlı’yı, beylikten imparatorluk zirvesine yükselten güç ve değerler nelerdir?
Osmanlı, üç kıtada sözü geçen koskoca bir imparatorluktu. Osmanlı’yı, imparatorluk zirvesinden, Sevr konumuna düşüren faktörler nelerdir?
Osmanlı’nın yükselişinin ve düşüşünün elbette siyasi, ekonomik, teknolojik, örfi, dini onlarca nedeni var. Bunların tümünü, dönemlerinin koşullarına göre değerlendirmek büyük çapta bilimsel araştırmalar gerektirir. Bunu yapabilecek azimli bilim adamımız da yok, bu yapılmış olsa bile onu okuyacak sabırlı insanımız da yok. Çok büyük eksiklerimizden birisi yazmayışımız, araştırmayışımız ve okumayışımızdır. Ben bu işi yapabilecek bir bilim adamı değilim, fakat tarihin önemini idrak etmiş, sabırla öğrenmeye çalışmış birisi olarak, içimizde var olduğuna inandığım değerleri harekete geçirmek için ulaştığım sonuçları insanlarımızla paylaşmayı bir görev sayıyorum.
Osmanlı’nın yükselişinin de çöküşünün de temel nedeni zihniyettir. Zihniyet, bir kabuldür, bir anlayıştır, bir önyargıdır, bir fanatizmdir, bir canavarlıktır. Zihniyet, kültürün ürünüdür fakat oluşmasında çıkarların çok büyük etkisi olduğu için geniş bir yelpazede, özgür bir anlayıştan canavarlığa varan farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Zihniyetin sınırlı bir alanı da yok, tıpkı bir kanser virüsü gibi siyasi, dini, ideolojik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, her alana girer ve ulusal yapıyı felç eder.
Osmanlı bir Türk boyudur, tarih sahnesine Türk olarak çıktı. Bir süre sonra devşirmeleri içine alarak, Türk-devşirme olarak yola devam etti. 1453’de Türk Çandarlı’nın tasfiye edilip ikinci adamlığa devşirme Zağnos Paşa’nın getirilmesiyle Türkler tamamen devreden çıkarıldı ve Osmanlı’da DEVŞİRME dönemi başladı. 1517’de Kahire’den getirilen, eşari ekolü mensubu Emevi- Arap din Uleması devreye girdi ve planlı olarak etkinliğini artırmaya çalıştı. Bir süre sonra, devşirme-ulema dönemi başladı. Osmanlı’nın gözünde Türkler, “Etrak-ı bi idrak”, Araplar “Kavmi necip” olmaya başladılar. 1826’da Yeniçeri ve Bektaşi Ocakları, kanlı bir şekilde tasfiye edildi ve bu olay, Hayırlı Vaka diye isimlendirildi. Nedenlerini çok iyi bilmek, sonuçlarını çok iyi değerlendirmek gerekir. Yanlışlar savunulmaz, düzeltilir, gereği yapılır, yapılmalıdır. Ancak, neyin yanlış neyin doğru olduğuna zihniyet karar verdiği için yanlış ile doğru kolayca yer değiştirebilir. Yeniçerilik, Osmanlı’nın çok önemli bir kurumu idi, yozlaşmasının, bozulmasının önlenmesi gerekirken, sanki bozulmasına çanak tutulmuştur. Bir olaydan nemalananlar varsa, o olayda onların rolü ve etkisi vardır, mercek altına almak gerekir. Yeniçeri ve Bektaşi ocaklarının tasfiyesinden sonra, Osmanlı yönetiminde ulemanın tek başına ve etkin bir şekilde söz sahibi olması, şüpheleri daha da güçlendiriyor. Görünürde, başta padişah var, ancak onun da elini kolunu bağlayan, dini ve örfi hukuk kuralları ve siyasi anlayış tamamen ulema zihniyetinin egemenliği altında. Türk kültürü değişim geçirdi ve ulema kültürüne dönüştü. Ulema derken, gerçek İslam Uleması’ndan söz etmiyorum, Emevi-Arap İslam ulemasından söz ediyorum. İkisi arasındaki farkı, basit bir örnekle açıklamaya çalışayım; İmamı Azam Ebu Hanife İslam Alimidir, ona işkence edip öldüren, Emevi-Abbasi-Arap İslam ulemasıdır. Türk kültürünün başka kültürleri anlama ve işbirliği yapma sorunu yok, Türk-Devşirme dönemi ve Osmanlı’nın Balkanlardaki kılıçsız yayılışı bunun kanıtıdır. Arap kültürü çok fanatiktir, İslam’ın özüne aykırı olarak, Araplar dışındaki Müslümanları birinci sınıf Müslüman saymazlar, “Mevali” derler, dinde böyle bir ayrım olur mu? Kendi içlerinde de Kureyşi üstün sayarlar, bazı kabileleri kabul ederler, diğerleri bedevilerdir. Hz. Muhammet’in tebliğ ettiği İslam, ölümünden otuz sene sonra Arap Kültürünün egemen olduğu Emevi- Arap İslamı’na dönüşmüştür.
Özetle; Osmanlı, Türk kültürü ve akılcı İslam ile yola çıktı, çok büyük başarılar elde etti, zirveye ulaştı. Sonra aldandı veya aldatıldı, değişti, nakilci Emevi – Arap kültürünün etkisi altına girdi ve hızla zirveden aşağı yuvarlandı. O zihniyetin yaptığı tahribatın çok örnekleri var, matbaanın Osmanlı’ya gelişindeki iki asırlık gecikme bir örnek. Bir örnek de, Rasathane. 1700’lü yıllarda, aydın Osmanlı, Tophane’de gökyüzünü incelemek için devrinin ileri teknolojisine sahip bir rasathane kurdu. Devam etseydi belki de bugün uzayı inceleyecek seviyede olacaktık, örümcek kafalı zihniyet, bu rasathaneyi, Osmanlı donanmasının top mermileri ile yerle bir etti. Bu olayın ibret verici üç boyutu var; Birincisi, gökyüzünü incelemeyi DİN adına yasaklıyor, sanki İslam ilme ve araştırmaya karşıymış! İkincisi, bugüne yansıyan teknolojideki acıklı durumumuz. Üçüncüsü, bugün bile bu yüz kızartıcı gerçeğin, gençlere ders olarak okutulmayıp tarihin tozlu sayfalarında saklanmasıdır. Fatih Sultan Mehmet’in Medresesinde pozitif bilim dalında eğitim vardı, daha sonraki Medreselerden kaldırıldı. Osmanlı’da Mimar Sinan var, Piri Reis var, Hezarfan Ahmet Çelebi var, fakat bunların devamı ve benzerleri yok. Osmanlı’da, dünyanın başka bölgesinde örneği olmayan, Ahilik-Lonca Esnaf organizasyonu vardı, eksiği, yanlışı varsa düzeltilip geliştirilmesi gerekirken tahrip edildi, aynı konuları bugün dış kaynaklardan öğrenmeye çalışıyoruz. Hümanist düşüncenin yeşerdiği toprakların insanları, Yunus Emreler, Hacı Bektaş Veliler, Mevlanalar, insanlığa ışık tuttular, fakat ulema zihniyetine yenik düştüler.
Bir kısım Osmanlı aydını ulema zihniyetine karşı mücadele verdiler, fakat düşünsel kapasiteleri ve düşüncelerini yaşama geçirme güçleri sınırlı olduğu için sonuç alamadılar. Yukarıda çizmeye çalıştığım resmi en doğru analiz eden ve ömrünün fırsat verdiği ölçüde, düşüncelerini yaşama geçiren Atatürk’tür. Türk insanın arzusu, Atatürk’ü anlamak, onun ömrü yetmediği için yapamadıklarını yaşama geçirmek olmalıyken, yazık ki onun yaptıklarını korumakta bile yetersiz kaldı. Bugünkü konumlarını Atatürk’e borçlu olan entel ve yobaz kesimin Atatürk karşıtlığı, insan yapısı açısından ancak nankörlük olarak tanımlanabilir. İnsan bu, iyilik de kötülük de feragat da hırs da vasıfları arasında. Çağdaş zihniyete sahip olup, çıkarcı zihniyetle mücadele etmekten başka yol yok. Atatürk, sadece ülkeyi işgalden kurtarıp T.C. Devleti’ni kuran büyük bir devlet adamı değil, Kültür Devrimi yaparak, Türkleri, Türk Kültürünü yok olmaktan kurtarmış bir dahidir, en büyük Türk’tür. Siyasi, dini, etnik çıkarları nedenleri onun karşısında olanlar çok iyi bilinmesine karşın, o safta olmayan insanlarımızın Atatürk’ü anlamamalarını, Türklük vasıfları ile bağdaştıramıyorum.
Atatürk, “Türk, Övün, Çalış, Güven” ve “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyor. Bu sözü, ırkçılık olarak anlamak, çok büyük bilgisizlik, öyle göstermek Türklüğe iftiradır. İnsanı, düşünce hayatının merkezine oturtan Türk anlayışı ırkçı olamaz. Atatürk, dışlanan Türklerin, kendileri ile gurur duymaları, kendilerine güvenmeleri, ortak kültürel değerlerine sahip çıkmaları için çağrıda bulunmuştur. Atatürk, “Hayatta en hakiki, mürşit ilimdir” derken, çağın anlayışını ortaya koymuş ve nakilci zihniyete karşı çıkmıştır. Kuran, “oku” derken, defalarca “ilimden” ve “akıldan” söz ederken, nakilci zihniyet, değişime ve terakkiye karşı çıkıyor, insanları fanatizmin esiri yapıyor.
Batı ve Araplar, Türk kültüründen korktukları için onu yok etmeye çalışıyorlar. Araplar, Kuran’ın diğer dillere tercümesine karşı çıkmadılar, fakat Türkçeye tercümesine büyük direnç gösterdiler. Mehmet Akif’i bile korkutup tercümesini engellediler. Batı, Atatürk’ün resimlerini indirin diyor. İki taraf da Atatürk’ü hiç sevmiyor, çünkü o Türk Kültürünün üzerine serpilen külleri temizleyen, koru ortaya çıkaran insandır. Batının ve Arapların ortak hedefleri, Türk Kültürünü, Emevi- Arap İslam anlayışı içinde eritmektir. “Ilımlı İslam” ve “Yeni Osmanlıcılık” projelerini ibretle analiz etmek gerekir. Eğer, geçmişte hem Batının hem de Arapların, DİN duygularını kullanarak Osmanlı’yı nasıl esir aldıklarını, tarihi örnekleriyle bilirsek, bu projeleri çok daha iyi anlarız. Ilımlı İslam, sözcüğü İslam’a dokunduğu için biraz tepki gördü ve askıya alındı, yerine Yeni Osmanlıcılık projesi devreye sokuldu, amaç Osmanlıyı geri getirmek değil, Osmanlı dönemindeki, ulema zihniyetini geri getirmektir. O zihniyetin Osmanlı’ya nasıl sokulduğunu hatırlarsak, tarihin tekerrür ettiğini görürüz.
Günümüzde, ABD, AB, Rusya, Arap Dünyası, İsrail, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi gözünü Türkiye’ye dikmiş, her biri Türkiye’nin bir şeyi yapması, bir başka şeyi yapmaması için baskı yapıyor. Türkiye, dış ve iç odakların baskıları altında, “Açılım”, “Kürt Açılımı”, “Ermeni açılımı”, “Demokratik açılım”, “Komşularla sıfır problem açılımı”, “İslam birliği”, “Ilımlı İslam”, “İkinci Cumhuriyet”, “Yeni Osmanlıcılık” gibi her biri tek başına büyük bir problem olan konuların altında ezilmekte, tam bir kaos içine girmiş durumda. Sanki, Türkiye Cumhuriyeti bitmiş de yerine ne konacak ve bu paylaşımdan kim ne kapacak kavgası veriliyor. İç ve dış odaklar, amaçlarını belirlemiş, stratejilerini çizmiş, ısrarla yollarına devam ediyorlar, onlar nasıl durdurulacak? Vurgulamaya çalıştığım gibi, eğer bizim en büyük gücümüz Türk Kültürü ise önce onun yozlaştırılmasını, başka kültürler içinde eritilip yok edilmesini önlemek zorundayız. O kültürün içinde, insan sevgisi, vatan sevgisi, birlik olma anlayışı, bireysel haklara saygı, hukukun üstünlüğü, demokrasiye bağlılık, laiklik kapsamında inançlara saygı, ortak refah, ortak güvenlik, ortak gelecek etrafında birleşme anlayışı var. Bu anlayışa sahip, bu değerlerinin bilincinde olan toplumun önünde durabilecek güç olduğuna inanmıyorum. Yeter ki, Osmanlı’nın düştüğü tuzağa düşmeyelim. Atatürk’ün dehası burada yatıyor. Üzerine ölü toprağı serpilmiş, Osmanlı tebaası gibi görünen insanların içindeki cevheri görüp onu ulusa çevirebilmek ancak bir dahinin düşüncesi ve icraatı olabilir. Artık Atatürk yok ama Atatürk Zihniyetinde insanlar yetiştirebilirsek kurtuluruz, aksi halde gelecek, dünden de karanlık.
Varlığımızın teminatı, geleceğimizin güvencesi, Türk Ulusunun özü olan Türk Silahlı Kuvvetleri, son zamanlarda yerden yere vuruluyor. Hangi akıl, hangi vicdan bunu kabul eder? TSK içinde kişisel hatalar varsa, hukuk devleti kuralları içinde ne gerekiyorsa yapılır, yapılmalıdır. Sistem hatası varsa, devletin kuruluş felsefesi ve anayasası doğrultusunda düzeltilir, düzeltilmelidir. Cumhuriyeti kuran, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne bağlılığını defalarca ispatlamış olan TSK’yı demokrasi düşmanı gibi gösterip karalamak, yıpratmak, Türk Ulusu’na ve T.C. Devleti’ne ihanettir, bindiği dalı kesmektir. Bu ihaneti ve doğuracağı felaketi görmemek, demokratik tepkisini ortaya koymamak da gaflettir. Yaşananlar, Türk Ulusu’nun aldatılışının tipik örneklerinden biridir. Laik Cumhuriyet’e karşı hareketlerin görmezden gelinmesi, akılla ve ahlakla bağdaşmaz. Ama insan bu, bazıları çıkarı söz konusu olursa hiçbir insani değer tanımıyor. Birinci Meşrutiyetin baş mimarı Mithat Paşa’yı zindanda boğduran, meşrutiyeti ortadan kaldırıp ülkeyi otuz üç sene istibdatla yöneten Abdülhamit’i, “Abdülhamit Han” diye göklere çıkaran zihniyet gene sahnede. Türkiye’de Köy Enstitüleri’ni kuran da kapatan da bizim insanlarımız, aralarındaki fark zihniyettir.
Akla gelen her şey, güzellikler, çirkinlikler, iyilikler, kötülükler, merhamet, acımasızlık, bütün zıtlıklar insanlarda mevcut, o nedenle insanı anlamak çok zor.
İnsan, doğuştan günahkar olup bu dünyada günahlarından arınırsa mı cennete gider, yoksa insan, doğuştan masum olup bu dünyada işlediği günahlar yüzünden mi cehenneme gider?
Ölüm yıldönümü münasebetiyle, yüce insan, en büyük Türk, en akıllı Türk Atatürk’e, şükran ve minnet borçlu olduğumuza inanıyor, saygı ve sevgi ile anıyorum. Allah’tan onu korumasını diliyorum…
10 Kasım 2009