TARİHİ YORUMLAMAK

Kıbrıs

Bu hafta başka bir konuyu yazmayı düşünüyordum, son anda, fikrimi değiştirdim. Sebep; günceli konuşmak. Güncel konu, tartışmasız, çok önemli ulusal sorunlarımızdan birisidir. Önemini tartışmasız kabul ettiğime göre tekrarlamaya gerek görmüyorum. Üzerinde duracağım husus, konunun izlediği politik süreçtir.

Bugünü, hepimizin doğru bilip, doğru değerlendirdiğini sanmıyorum. Gene de çoğumuz, güncelle ilgili, olabildiğince, bir şeyler biliriz. Buna karşılık, okuma alışkanlığımız az ve unutma niteliğimiz güçlü olduğu için, geçmişi daha az biliriz. Geçmişe bağlanıp kalmak, geçmişle yaşamak da yanlıştır. Bazı olayların kökü geçmiştedir, bugünü anlamak ve geleceği doğru planlayabilmek için geçmişi, gereği ve yeteri kadar, bilmek zorundayız.

Güncel konu; Kıbrıs’tır. Kıbrıs’ın geçmişini hatırlamaya çalışalım…

Kıbrıs Adası, 1570’li yıllarda Osmanlı tarafından fethedildi. Üç asır kadar Osmanlı egemenliğinde kaldı ve 1578’li yıllarda, egemenlik hakkı Osmanlı’da kalmak üzere, yönetimi İngilizlere devredildi. Amaç, İngilizlerin, Ruslara karşı, Osmanlı’ya yardımını sağlamaktı. Burada iki önemli hususa dikkat çekmek istiyorum;

Birincisi; Savaşla alınmış olan Kıbrıs Adası’nın, savaşsız olarak devredilmiş olmasıdır. Bu bir durum tespitidir. Doğru mu? Yanlış mı? Tartışılabilir.

İkincisi; Egemenlik hakkının değil de sadece yönetiminin devri, gibi sözlerin kağıt üzerinde kalmaya mahkum ve bir aldatmaca olduğudur. Birinci Dünya Harbi’nde, İngiltere, bu göstermelik maddeyi yok sayarak, Kıbrıs’ı ilhak etti.

Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs konusu ile 1950’li yıllarda tekrar yüz yüze geldi. O yıllardan itibaren izlenen politikalar, halka söylenen sözler, yapılan hareketler, satır başları ile, şöyledir:

– Türkiye Dışişleri Bakanı; “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu yoktur’’ dedi…

– Türkiye mitingler düzenledi; “Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır’’ diye dünyaya haykırdı.

– Bir süre sonra, Türkiye, gene, mitingler düzenledi; “Ya taksim, ya ölüm’’ diye haykırdı.

– Londra ve Zürih Antlaşmaları ile, Türk-Rum ortak, Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.

– 1963’lü yıllardan itibaren, Rumların, Türkleri ortak yönetimden dışlama çabaları ve daha sonra Türk toplumunu yok etme vahşeti yaşandı.

– Türkiye, bir garantör devlet olarak, Kıbrıs Türkünü katliamdan korumak için, ada üzerinde hava harekatları icra etti ve adaya asker çıkarma teşebbüslerinde bulundu.

– ABD Başkanı, Jhonson, Türkiye’yi, Kıbrıs’ta yapacağı bir askeri harekatta, ABD’nin verdiği araç, gereç ve silahları kullanamayacağı, aksi halde Rusya karşısında kendisini yalnız bırakacağı ve ambargo koyacağı yönünde tehdit etti.

– T.C. Devleti’nin Başbakanı İsmet İnönü; “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır’’ dedi.

– 1974 yılında, Kıbrıs’ta, Rumlar,Yunan cunta yönetimi ile ortak, bir askeri darbe yaparak mevcut Kıbrıs Yönetimi’ni devirdiler. Amaç, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaktı.

– Garantör devlet olarak, Türkiye diğer garantör devlet İngiltere’ye, Kıbrıs’taki darbeye karşı ortak müdahaleyi teklif etti. İngiltere’nin bunu kabul etmemesi üzerine, Türkiye, 1974 yılında, tek başına Kıbrıs’a asker çıkarmak zorunda kaldı.

– 1974-2004 yılları arasında geçen otuz yılda sağlanan tek pozitif şey, Kıbrıs Türkünün can güvenliğidir. Diğer bütün siyasi, ekonomik, askeri, toplumsal, psikolojik konularda neler kazanıldığı, neler kazanılamadığı ve bu süreçte izlenen politikanın tutarlılığı tartışmaya açıktır.

Kıbrıs sorununu böyle satır başları ile doğru bir baza oturtamayız. Konunun birçok iç ve dış etkenleri var. Amacım unutulmuşları hatırlatmak ve bilinmeyenlerin araştırılması için bir merak uyandırmaktır, yoksa Kıbrıs sorununu bütün boyutları incelemek değil. Asıl üzerinde durmak istediğim konu ise, 1974-2004 yılları arasındaki otuz yıllık süreçtir.

Uluslar, hedeflerine siyasetle ulaşırlar. Siyaset, bir sanattır. Bilgi, zeka, akıl, öngörü, cesaret, dürüstlük siyasetçinin vazgeçilmez nitelikleridir. Siyaset, çok geniş bir kulvarda hareket eder ve çok esnek dinamikleri vardır. Zaman içinde dinamikler avantaj ve dezavantaj olma arasında değişebilirler. Siyasetin bir sanat olma karakteri bu noktada başlar ve bu sanatı ancak yukarıda vasıflarını saydığım gerçek siyasetçiler doğru icra ederler. Siyaset ulusal hedefe ulaşmak için, koşullara uygun olarak, ulusal gücün unsurlarını kullanır. Ulusal gücün unsurları; ülkenin, jeopolitik konumu, doğal kaynakları, nüfusu, eğitimi, ulusal bilinci, ekonomisi, teknolojisi, silahlı kuvvetleridir. Daha da bazı unsurlarını sayabileceğimiz ulusal gücü, bir sözcükle ifade etmek istiyorum; Ulusal Güç = Ulusal Kültürdür. Silahlı kuvvetler, ulusal gücün çok önemli ve çok özel bir unsurudur. Silahlı kuvvetler, doğrudan kullanılmadığı zaman bile caydırıcı bir güçtür. Silahlı kuvvetlerin kullanılması siyasetin en zor kararıdır. Koşullar zorunlu kıldığı zaman, silahlı kuvvetler tereddütsüz kullanılır. Diğer unsurlar silahlı kuvvetleri desteklerler. Silahlı kuvvetlerin başarısı için yeterli kaynak tahsisinde tereddüt edilmemelidir, çünkü; silahlı kuvvetlerin başarısızlığının bedeli, maddi ve manevi bakımdan, altından kalkılamayacak kadar ağır olabilir. Silahlı kuvvetlerin elde ettiği sonuç, bir askeri başarı da olsa, siyasi bir anlaşma ile perçinlenmediği taktirde boşta kalmaya mahkumdur.

Yukarıda yazdıklarım, ana hatları, ortak kabul görmüş çağdaş kriterlerdir. Bunları yazmaktan maksadım, okurlarımın Kıbrıs sorununu, 1974-2004 sürecinde bu kriterlere göre değerlendirmeleridir.

Türkiye, bütün Dünyayı karşısına alarak bir askeri harekat yapma cesaretini gösterdi. O güne kadar sadece ABD’nin tek başına icra edebildiği, amfibi harekatla hava indirme harekatını, birlikte, başarı ile icra ederek dünyayı şaşırttı. Askeri açıdan tam bir başarı sağladı. Ancak geçen otuz yılda bu başarılı askeri harekatı bir siyasi anlaşma ile perçinleme becerisini ve basiretini gösteremedi. Bu sonuç, siyasetten nasibini almamış, siyasetçide bulunması gereken vasıflara sahip olmadıkları halde, otuz yıldır, Türkiye’yi yönetme konumunda bulunanların bir gafletidir. Kıbrıs’ta siyasi çözüme ulaşmanın kolay olmadığını, tam aksine çok zor bir iş oluğunu da biliyorum. Ama şunu da biliyorum; siyasetçiler, kolayı yapmak veya hiçbir şey yapmamak için yönetime talip olmazlar. Siyasetçiler, siyasetin nimetlerinden yararlanıp keyif çatmak için değil, ülkesinin, ulusunun sorunlarını çözmek için göreve gelirler. Adam gibi siyasetçiler beceremezlerse, özür dileyerek çekilirler. Türkiye’nin en büyük sorunu buradadır, gelen bir daha gitmiyor. –Yenilen pehlivan doymazmış- bizim toplumun sözü değil mi? Niye gitsinler ki! Türkiye’de iş yapmayana soru sorulduğunu hiç duydunuz mu? – Kaçma, karışma, salla başını al maaşını – politikası, pratikte açık gözlerin izlediği bir yöntemdir.

Demokrasi bir kültür işidir. O kültürü hazmetmeyenlerin demokrasiyi yaşamaları zordur. Halkımızın demokrasiyi anlamak, gereklerini istemek konusunda eksikleri vardır. Bunu belki de mazur görmemiz gerekir. Halk bir tarla gibidir, ne ekersen onu biçersin. Halkın çağdaş kültürü yakalayamamış olması bir sorundur. Ama asıl sorun; kendisini entelektüel olarak niteleyen siyasetçilerin demokrasiyi bir kültür olarak değil de parsa toplama aracı olarak algılamalarıdır. Bu nedenle, önce koltuğu ele geçirmek, sonra da o koltuğu kaybetmemek için her türlü, kültür dışı, hareketi yapmaktadırlar. Görünen o ki; demokrasiyi yaşamak için siyasetçinin insafına sığınmak çok safça bir davranıştır. Halk, artık, gerçekleri görüp kendisini yetiştirmek, hakkını bilmek ve hakkını aramak zorundadır.

Otuz yıldır çözüm yolunu bulamayan, hatta on beş gün öncesine kadar birbirini en acımasız ve yakışıksız şekilde suçlayanların, son üç gün içinde, New York’ta, BM. Genel Sekreteri’nin gözetiminde, ulaşılan sonuçları büyük bir zafer gibi göstermeye çalışmaları da bir başka anlaşılmaz tutumdur. Aslında çıkan karar sadece – görüşelim – kararıdır. Kimse dünkü isteklerinden vazgeçmemiştir. Ne alınacak, ne verilecek henüz belli değil. Asıl zorluk bundan sonra başlıyor. Asıl dayatma bundan sonra gelecek, çünkü, anlaşmaya varılamayan hususlarda, BM Genel Sekreteri karar verecek. Bu bir tarafın teslimiyeti, öbür tarafın dayatması değil mi? Dün kabul edilemez olarak nitelediklerini, bugün alkışlıyorlar. Hangi söyledikleri doğru?

Bazı konuları, siyasetçilerin bizi oyuncak haline getirdiklerini vurgulamak için söylüyorum. Gelecek için ders alınsın diye dile getiriyorum. Ama Girit Adası’nın elden çıkarılması olayından, 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nin sonuçlarından ders almadan, Kıbrıs politikasını yürütenler bu sözlerden mi ders alacaklar? Hep siyasetçiyi ayıpladım ama bizim hiç mi ayıbımız yok? Çok var. Esas sorun bizde. Ne olduğumuzu, ne olmadığımızı bilmek, hakkımızı istemek ve almak zorundayız. Yanlış bir tutum ama gerçek, bizde –ağlamayan çocuğa meme verilmez.- Gerektiği için meme verilmeli, çocuk ağladığı için değil.

Kıbrıs’ta otuz yıldır sürdürülen, fiili durumu çözüm sayan zihniyeti hep eleştirdim. Ama son zamanlarda, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta yapıldığı gibi, faturayı sadece Rauf Denktaş’a çıkarmayı hiç düşünmedim. Rauf Denktaş o sürecin siyasetçilerinden birisidir. Muhtemeldir ki, bu politikanın oluşmasında etkili de olmuştur. Fakat unutmayalım ki, Kıbrıs sorunu, Kıbrıs’tan önce Türkiye’nin sorunudur. Otuz yıldır Türkiye’yi yöneten politikacılar nasıl olur da Türkiye’nin politikasını Rauf Denktaş’a ihale ederler. Türkiye’ye rağmen Rauf Denktaş’ın kendi başına hareket etmesi mümkün mü? Ayrıca,Rauf Denktaş’ın iyi niyetinden şüphe etmek, bir anlamda, bazı hatalara kılıf aramaktır. O nedenle, son zamanlarda Rauf Denktaş hakkında – ben olsam kulağından tutar atarım- gibi yakışıksız sözler söyleyenleri ayıplıyorum.

Sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum: Masadan kaçmamış olmayı bir zafer olarak anlatıyoruz, bu doğru değil. Yapılan, yapılması gerekendi. Yapılan doğrudur, yapılmasaydı yanlış olurdu, ama bir zafer kazanılmış da değil. Asıl bundan sonra, bilgili, akıllı ve cesur hareket edebilme becerisini gösterip, alınabileceklerin, azamisini alabilmektir. Hatta, azami önemsiz şeyi almak yerine, vazgeçilmezlerin farkında olup bunlardan taviz vermemektir.

Kıbrıs konusu, bir önceki yazımda sözünü ettiğim, Türkiye’nin 2004’te karşılaşacağı üç önemli olaydan bir tanesidir. Doğru yola girilmiştir. Umarım, yol kazalarına maruz kalmayız.

Arayış, bitmeyen bir çabadır. Arayan, aradığını bulur.

Saygılarımla.