İnsan çok şeyden korkar. En çok da ölümden korkar. “Korkunun ecele faydası yok’’ sözünü bilmesine rağmen, gene de, insanın en çok koktuğu şey ölümdür.
İnsan başka şeylerden de korkar. Kendisine zarar verebileceğini düşündüğü şeylerden korkar. Tam bilmediği şeylerden korkar. Karanlıktan korkar çünkü , içinde bilinmezlik vardır.
Korku yaradılıştan gelen bir duygu veya iç güdüdür, önlenemez. Belki de önlememek gerekir çünkü, korku insanı daha dikkatli, daha ölçülü ve hatta, daha terbiyeli olmaya zorlar. Böylece insan tehlikelere karşı önlem almaya ve çevresine karşı saygılı olmaya özen gösterir.
Korkutulmanın da içinde korkmak vardır. İnsan gene bir şeylerden kokar. Ama, korkmak, korkutulmaktan çok farklıdır. Korkmak doğal bir davranıştır. Aşırı olmamak kaydıyla sağlıklı sayılır. Korkutulmak ise yapaydır. Bir amaca yöneliktir. Korkutulmanın içinde bir sinsilik, bir art niyet, hatta bir kötü niyet vardır. Korkutulmanın temelinde yalan vardır. Birileri, yalan söyleyerek, birilerini korkutur ve bundan bir çıkar sağlamaya veya korkuttuğu kişiyi kontrol altında tutmaya çalışır.
Annelerin çocuklarını korkutmaları bilgisizliğin sonucudur. Bir pratik beklenti için yapılır. Çocuğun uslu durmasını sağlamak, ödevlerini yapmaya zorlamak veya onu eğitmek gibi doğru ve güzel amaçlar. Hiçbir anne çocuğuna zarar vermek istemez. Fakat, birçok anne korkutma yönteminin sinsi zararlarının farkında değildir.
Arkadaş veya, gerçek arkadaş olmadığı halde, arkadaş kılığına bürünmüş bazı insanlar arkadaşlarını korkutarak onun imkanlarını sömürürler. Onlara kendi isteklerini yaptırırlar.
Kimlerin, ne amaçla, kimleri korkutabileceğinin örneklerini çoğaltmak mümkün. Benim amacım bu konuda bir inceleme yapmak değil. O nedenle örnekleri kısa kesip asıl değinmek istediğim konuya geleceğim. Korkutmanın en çirkininden söz etmek istiyorum. Bana göre, korkutmanın en çirkini, en zararlısı; yönetenlerin, yönetilenleri korkutmasıdır. Diğer korkutmaların getirdiği veya getirebileceği zararları ölçmek mümkündür. Farkına varıldığı takdirde, istenirse, önlemini almak ta mümkündür. Bu tür zararların kapsadığı alan ve kapsadığı süre de sınırlıdır. Halbuki yönetenlerin, yönettikleri toplumu kandırarak, korkutarak sebep oldukları zararları, kötülükleri ölçebilmek mümkün değildir. Kapsamı çok geniştir. Süresi, bazen, on yılları ve hatta, asırları kapsayabilir. Bir toplumun geleceğini karartan büyük zararlar söz konusudur.
Yönetenler, hemen her dönemde ve hemen her coğrafyada, toplumu kolay yönetmek için, iktidarlarını sürdürmek için yönettikleri toplumlara ya baskı uygulamışlar ya da bir öcü yaratarak onunla toplumu korkutmuşlardır. Toplumların hassasiyetlerine uygun bir öcü yaratmak hiçbir zaman zor olmamıştır.
Toplumların geçekten zor dönemleri olur ve bu zor dönemlerde herkes kendine düşen özveriyi yapmalıdır. Bu tür özveriler gönüllü olarak yapıldığı gibi, bir toplumsal organizasyon içinde devlet otoritesi ile de yaptırılabilir. Burada ki, sorun yönetenlerin iyi niyetinden ve yeteneklerinden kaynaklanmaktadır. Olmayan bir öcüyü var göstermek veya var olan bir öcüyü olduğundan daha büyük göstermek bir ahlaki sorundur. Sorunları çözmedeki yeteneksizliğini veya yaptığı hataları öcü ile kapatmaya kalkmak bir ahlaki sorundur. Kendi maddi varlıklarını güvenceye alarak, toplumdan özveri istemek bir ahlaki sorundur. Bütün bunları yaparken, korkulara bir de kutsal veya ulusal boyut eklemek daha da büyük bir ahlaki sorundur.
Bizim ülkemiz de bütünün bir parçasıdır. Bizde de benzer olaylar çok yaşandı. Halen de yaşanmaya devam ediliyor. “Vatan elden gidiyor”, “Din elden gidiyor”, “Komünizm geliyor”, “Bağımsızlık elden gidiyor”, “Şeriat geliyor”, “Ülke bölünüyor” gibi öcüleri bize gösterdiler. Aslında, bu ihtimaller gerçekten var ise, bunlar gerçekten öcüdürler. Süratle etkin önlemler alınmalıdır. Buna kimsenin itirazının olacağını sanmıyorum. Tartışılması gereken konu, bu öcülerin ne kadar gerçek veya yapay oluşudur. Tartışılması gereken konu, gerçekten bu öcüler var ise alınması gereken önlemler nelerdir. Tartışılması gereken konu, alınması gereken önlemlerin gerçekten alınıp alınmadığıdır. Tartışılması gereken konu, gerekli önlemleri almayan sorumlulara nasıl hesap sorulacağıdır. Tartışılması gereken konu, toplumu aldatanlardan, topluma yalan söyleyenlerden nasıl hesap sorulacağıdır. Tartışılması gereken konu, bu tür ahlaksızlıkların bir daha tekrarlanmaması için ne tür önlemler alınabileceğidir.
Bu tür oyunların her devirde ve her coğrafyada yaşandığını yukarıda ifade etmiştim. Ancak bir konuyu görmemiz gerekiyor. Bu oyunlar ne zaman ve nerede daha çok veya daha az oynanmıştır? Bunun cevabı çok açık ve çok kesindir. Bu oyunlar en çok karanlık devirlerde ve aydınlamamış toplumlarda oynanmıştır. Aydınlanmış, çağını tanımış, o çağ içinde kendi konumunu doğru belirlemiş, yükümlülüğünün ve sorumluluğunun farkında olan, hakkını korumak için elini taşın altına sokan toplumlarda aldatılmanın ve korkutulmanın oranı çok düşüktür. Bu tür toplumlar, genellikle, demokrasiyi, çağdaşlığı özümsemiş ve belli bir refah düzeyini yakalamış toplumlardır. Bunlarda aldanma en fazla bir seçim dönemini kapsar. Çünkü bu toplumlar, kendilerini aldatan, korkutan, iyi niyetten yoksun, yeteneksiz yöneticilere zamanı geldiğinde tekmeyi vurabilmektedir. Bizim klasik demokrasi kurallarını hayata tam geçiremediğimiz ve kırk defa aldandığımız veya aldatıldığımız bir gerçektir. Halbuki, günümüzde klasik demokrasi anlayışı bile değişmeye başlamıştır. Toplumlar yeteneksizleri, yalancıları, sürelerinin dolmasını beklemeden, başlarından atmanın yollarını arıyorlar. Biz, erken görevden almayı bir tarafa bırakalım, hiç olmazsa, zamanı geldiğinde, ehil olmayanları görevden alabilme yeteneğine ve karalılığına ulaşmak zorundayız. Ancak yeteneksizler, kendilerini yeteneksizlerin eline teslim ederler. “Her toplum layık olduğu yönetime kavuşur.”
Sonuç olarak şunu vurgulamak istiyorum. Bilen insan güçlüdür. Güçlü insan öcüden korkmaz. Uygar insanın bir önemli vasfı da kendisine saygılı olmasıdır. Kendisine saygısı olan insan hakkını yedirmez, saygısızlara boyun eğmez.
Bizim uygar insanlardan geri kalır bir yanımızın olduğuna inanmıyorum. Öyle ise, bilinçli bir tarzda ve kararlıkla, öğrenmek ve öğrendiklerini hayata geçirmek “Arayışına” devam etmeliyiz. Kimse, kimseye “sen buna layıksın, al sana hakkını veriyorum” demez. Hakkını bilmek ve hakkını almak hak sahibinin vazgeçilmez görevidir. Hakkını elde etmenin sonucu sadece maddi kazanç değildir. Hakkını elde etmek aynı zamanda bir onur sorunudur.