“Paran çoksa kefil ol, işin yoksa şahit ol’’ gibi alaycı bir sözümüz var. Bu söz, bazen bana, “Acaba biz ne yapıyoruz?” sorusunu çağrıştırır.
Bir sorunla karşılaşınca önce fırtınalar koparıp, ülkeyi ayağa kaldırıyoruz. Bir süre sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, ortalık süt liman. Sorun nedir, ilk defa mı karşılaşıyoruz, gelecekte tekrar karşılaşabilir miyiz, çözmek için ne tür önlem almak gerekir, sorularına cevap verecek düşünce ve eylem sistemimiz zayıf. Tepki sert, unutma çabuk. Osmanlı dönemi azınlıklarının bir yargısı vardı; “Türkün sıkısı üç gün sürer.’’
Mayıs ayından bu tarafa ülke aynı konu ile iki defa çalkalandı. Üniversite çatısı altında, “Osmanlı’nın son döneminde Ermeniler’’ konulu bir panel planlanmış. Planlayıcıların panelden “Soykırım olmuştur’’ diye bir sonuç çıkaracakları ve bunun, Orhan Pamuk da olduğu gibi, Batı tarafından referans kabul edileceği kanaatinden hareketle sert tepkiler. gösterildi ve panel yapılamadı. Konu, Eylül ayında tekrar gündeme getirildi. Bu defa, alışılmamış bir yöntemle, idari mahkeme, “yürütmeyi durdurma kararı’’ verdi. Çok enteresandır, mahkeme kararına rağmen panel yapıldı. Çünkü Başbakan farklı konuştu ve Mayıs ayında sert bir çıkış yapan Adalet Bakanı, toplantının yapılabilmesi için, hileyi şeriye yöntemiyle yol gösterdi. İnsana, “güler misin, ağlar mısın” dedirtecek düzeyde tam bir komedi oynandı. Düşüncelerde farklılık elbette olacak, ama, bu kadar dağınıklık akla, “Biz ne yaptığımızı biliyor muyuz?” sorusunu getiriyor…
27 Eylül 2005 tarihli Hürriyet Gazetesi yazıyor; Sayın Kenan Evren şöyle söylemiş; “Açık söylemem gerekirse, daha önceden ben de bunun yapılmasının karşısındaydım. Ama şimdi okuyorum gazetelerden, iyi ki yapılmış. ‘Biz bu toprakları gömülmek için istiyoruz’ demiş Ermeni’nin biri. Bu çok güzel bir laf. Açıklıkta fayda var, açık olmada fayda var. Ancak, Bunu başka türlü de yapabilirlerdi, yani Türk Tarih Kurumu ve diğer ilgili kurumlardan kişileri çağırarak onları da konuşturabilirlerdi. Öyle yapsalar daha iyi olurdu. Ama bu da fena olmadı. Yararlı oldu.’’
Sayın Kenan Evren bir dönem, cumhuriyet tarihinde kimseye nasip olmayan ölçüde bir güçle, bu ülkenin kaderine hükmetti. Şimdi, açık yüreklilikle, düşüncesini dile getirmiş. Bana bir değişim içinde gibi göründü. Bu değişimi çok iyi analiz edebilmeliyiz..
ABD’de yaşayan bir arkadaşım anlatıyor;
“Türk- Amerikan kuruluşlarının içindeyim. Değişik kesimlerden yakın temasta olduğum insanlar var. Bir Ermeni kadın bana şöyle söyledi; ‘Ben soykırım söylemleri ve acı hikayelerle büyüdüm. Bunları unutmam mümkün mü? Bunu benden isteyebilir misiniz?”
Bu ifadeyi de iyi analiz edebilmeliyiz: Sözü edilen kişinin dinlediği söylemler, hikayeler, doğru mu, yanlış mı, bilemem, ama dinleyen kişi gerçek olduğuna inanıyor, çünkü o söylemlerle büyümüş. Farklı bir söylem duymamış. Ermeniler kendi insanlarına böyle yaklaşırken, biz gerek kendi insanımıza ve gerekse diğerlerine madalyonun bir de öbür yüzü olduğunu anlatabildik mi? Ortak yargılara ancak ortak kabullerle ulaşılır, yoksa herkes kendi doğrusuna inanır. Ermeniler binlerce kitap yazdı, binlerce aktivite icra edip ideolojilerini anlattılar. Biz, “böyle bir şey yok’’ demeyi yeterli gördük.
Talat Paşa’nın katilini beraat ettiren Alman mahkemenin kararını, zanlının sunduğu sahte rapora dayandırdığını, halbuki, o kişinin daha sonra ABD’de sağlam raporu ile yaşamını sürdürdüğünü okumuştum. Birey olarak, bu haberin doğruluğunu araştırma olanağım yoktur. Ancak devlet organlarının bu olayı inceleyip, doğru ise, Alman makamlarına, bir karar düzeltme başvurusunda bulunmaları gerekmez miydi? Dünya kamuoyuna, bakın bunlar iddialarını yalan üzerine bina ediyorlar ve başkaları da bu yalana, bilerek veya bilmeyerek, ortak oluyor deme şansımız doğmaz mıydı? Bugün, olayla ilgisi olsun veya olmasın, ülkesinde Ermeni nüfus bulunsun veya bulunmasın, bütün batılı ülkeler “Türkler Ermenilere soykırım uygulamıştır’’ diye siyasi kararlar alıyorlar. Bu kararlar, bir yaptırım gücü olmadığı için, bugün sadece, T.C Devleti’ni siyasi ve Türk insanını psikolojik baskı tutmak için kullanılıyor, ama yarın onlara bir de yaptırım gücü kazandırmak istemeyeceklerinin bir güvencesi var mı?
Osmanlı’nın bir “soykırım’’ amacı güttüğüne inanmıyorum. O günlerde iki tarafın da çok acılı günler yaşadığını biliyorum. Sayın Evren’in ifadesinde sözü edilen Ermeni’nin amacı bu topraklarda gömülmekse, saygı ile karşılarım. Buna benzer onarımlarla yaralar sarılacak ise hem Türklerin, hem de Ermenilerin yaralarının sarılması işin insani boyutudur ve gereklidir. Ama konu bu kadar basit değil. Çünkü, sorun sadece bir Ermeni sorunu değildir. Ermeniler dün, “sadık tebaası’’ oldukları Osmanlı’ya isyan etmeleri için kandırıldılar. Hayali kazanımlar elde etmek için düşmanla işbirliği yapıp, ev-köy komşularına katliam yaptılar. Bu katliama karşı Osmanlı, devletinin siyasi ve tebaasının can güvenliğini sağlamak için önlem aldı. Hareketi ilk başlatan Ermeniler, karşı önlem alan Osmanlı’dır. Yapılanlardan kimin daha çok mağdur olduğu ancak tarihi belgelerle ortaya konabilir. Ermeniler, bugün, gene, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak isteyenler tarafından kullanılıyorlar. İşin insani boyutu bahanedir. Amaç, Türkiye’nin, küresel güçler tarafından baskı altına alınmasıdır. Ermenistan Devleti bu gerçeği kabul etmeli ve gerek emperyalist güçlerin, gerekse Ermenistan dışındaki, tuzu kuru, Ermenilerin aleti olmaktan kurtulmalıdır. Ermeniler dün mağdur olmuşlarsa, bugün bazı sıkıntıları çekiyorlarsa bunun esas sebebi, hırsına yenik düşmüş, basiretsiz Ermeni yöneticilerdir. Bu tür insanlar her toplumda vardır ve kendi toplumlarına düşmanlarından daha fazla zararları dokunur.
Benim vurgulamak istediğim husus, konunun bizim kontrolümüzde olan boyutudur. Biz kontrolümüzde olan işleri doğru yapıyor muyuz? Karamsar olmak istemem ama, tam yapabildiğimize inanmıyorum. Korkularımız var. Önyargılarımız var. Eksiklerimiz var. Düşman demesem bile, çıkarları bizimle çatıştığı için bizi rahat bırakmayanlar var. Bunlar bizim gerçeklerimiz. Bütün zorluklara rağmen, bu ortamda varlığımızı sürdüreceğiz. Bıçak kemiğe dayandığında inanılmaz şeyler yapıyoruz, ama bedeli ağır oluyor. İstiyorum ki sorunlarımızı o duruma düşmeden çözebilelim.
***
Dün gece (3 Ekim 2005), Avrupa Birliği ile Türkiye çok önemli bir belgeye imza attılar. Bunu bazı yayın organları, “Milat” gibi sözlerle duyurdu Dünyada, Avrupa’da ve Türkiye’de bazı kesimler bunu zafer, bazı kesimler başarısızlık diye niteledi. “Zafer” diyenler de, “Hezimet” diyenlerde uçlarda seyredenler. Olayın doğruları da eksikleri de yanlışları da var.
İmza öncesi AB’nin sergilediği manzara yapaydı. Siyasetin bir yöntemi idi. Aldıklarından biraz daha fazlasını almak için baskı yaptılar, değişik yöntemler izlediler, fakat ip kopma noktasına gelince, ‘’saati durdurup’’ gelin imzalayalım dediler. Türkiye’yi kaybetmek riskini göze alamazlardı ve almadılar. Lozan’da da buna benzer bir süreç yaşandı. İsmet Paşa’nın haklı istekleri karşısında, Lord Curzon, önce direnmiş, ip kopma noktasına gelince istenenleri vermiş, fakat şunu da söylemekten kendini alamamıştır. ‘’Bunları istiyorsun ama, ülken harap, onarmak için benden para istemeye geldiğinde, verdiklerimi teker, teker geri alacağım.’’ Bu söz Atatürk ve İnönü dönemi siyasetlerinin korkulu rüyasıdır.
Türk tarafı, AB konusunda, da dün de, bugün de çok şey verdi, verilmemsi gereken tavizler verdi. Ne yaptığımızı bilmemenin sonuçları. Verdiklerinden kendileri de korktuğu için, son aşamada iktidar direndi. Doğru yaptı. Sonuçtaki eksik ve yanlışların tümünü bu iktidara yüklemek haksızlık olur. Kırk yılı bir süreçte, bütün iktidarların, siyasilerin ve bürokratların sevabı ve günahı vardır.
Bugün ulaşılan sonuç en iyi olmasa da en kötü de değildir. Sonuçtan mutluyum. Bir kaza olup ip kopabilirdi. Beni düşündüren, AB ile ipi kopardığımız zaman, birilerinin Türkiye’yi sürüklemek isteyecekleri karanlık ortamdır. Gerekçeleri de hazır, ne yapalım AB bizi kabul etmedi, biz de bu dünyada yalnız yaşayamazdık! Bugün gelinen yer bir ara hedeftir. Asıl hedefe giderken verilecek mücadele, şimdiye kadar verilenden daha zorlu olacaktır. Taraflar alamadıklarını bu dönemde almaya çalışacaklar. Eğer geçmişten ders alır, bilinçli bir mücadele verirsek, kaybetmeyi önlediğimiz gibi, kaybettiklerimizin bir kısmını da geri alabiliriz. Her şey bizim gücümüze ve o gücü kullanabilme becerimize bağlı…
Politikanın ne demek olduğunu anlamak istiyorsak, tarihi olayları (Örneğin, en azından, Kavalalı M. Ali Paşa olayını; 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşını; 1897 Osmanlı-Yunan savaşını; Girit’in nasıl kaybedildiğini; başından beri Kıbrıs’ta yaşananları) ve İngiliz politikasını iyi inceleyip, doğru anlamamız gerekir. ‘’İngiltere’nin dostu, yok çıkarları var’’ ilkesini çok akıllıca uyguluyorlar. Geçmişte, koşullara göre, Osmanlı’yı batırmak veya kurtarmak için büyük çabalar harcadılar. Çerçeve belgesinin imzalanmasında da en büyük çabayı İngiltere gösterdi. Teşekkür borçluyuz, ama yaptıklarını bizden önce kendileri için yaptıklarının bilincinde olmalıyız. ABD için de aynı şey söz konusu. Dostum-Düşmanım edebiyatından vazgeçip, ilişkilere bu mantıkla bakarsak gerçekçi davranmış oluruz.
İmkanım olsaydı, Türkiye’nin NATO’ya girme kararı verdiği zaman kimlerin neler söyleyip, neler yazdığına göz atmak isterdim. Sanırım şimdikine benzer sözler söylenmiştir. NATO’yu bilen birisi olarak şunu söyleyebilirim: Geçen yarım asırlık süre içinde, eğer ne yaptığımızı iyi bilseydik, NATO’dan çok daha fazla kazanımlarımız olurdu. Buna karşılık, NATO’ya girmemiş olsaydık kesinlikle şimdi bulunduğumuz yerde hiç olamazdık. NATO, aynı zamanda, asker ve sivil bürokrasi için bir okul olmuştur.
AB ile çerçeve anlaşmasının koşullarının daha iyi olabilmesini, elbette çok isterdim, fakat, hareket noktamızı değiştirme şansımız yok. Müzakere süreci bize çok şey öğretecektir. Bundan sonra, ne yaptığımızı iyi bilirsek kaybettiklerimizin bir kısmını geri alabiliriz, aksi halde daha çok şey kaybedeceğimizin bilincinde olmalıyız.
“Ne yaptığımızı biliyor muyuz?” sorusuna, cesaretle “evet, biliyoruz” diyemiyorum, ama ne yaptığımızı bilmek zorunda olduğumuzu, üzerine basa basa söylüyorum. İnanıyorum, başaracağız, çünkü başka şansımız yok.
4 Ekim 2005