YAŞAM

Neredeyim?

Bugün, 27 Haziran 2004, Pazar. Fiziki aktivitemin çok az, düşünsel aktivitemin olağan hızla sürdüğü bir ortamdayım. Aklıma geldi, kendime sordum; Ben neredeyim?

Fiziki olarak, neredeyim? Cevap çok kolay ve kesin. Saros Körfezi’nin Erikli sahilindeyim. Tertemiz bir deniz, tertemiz bir hava ve tertemiz olmayan bir çevre içindeyim. Allah’ın verdiği bu doğal nimetleri, Allah’ın kulları kendilerine benzetmişler. İnsanlar, emanete ihanet etmekle kalmamış, zevksizliklerini sergilemiş ve sağlıklarını riske sokmuşlar. İnsan ürünü kirlilik. Bundan rahatsız olanlar da var, bunu doğal karşılayanlar da var. Kime ne diyebiliriz ki? Buna rağmen, Erikli sahili, benzerlerinin gerisinde değil. Hiç olmazsa sanayi atığı yok. Saros Körfezi, alt ve üst deniz akıntıları nedeniyle, dünya üzerindeki, kendi kendini temizleyen üç dört harika yerden birisidir.

Bir süre önce gazetede okumuştum; – Karadeniz sahilinden, Saros Körfezinin İbrice limanına döşenmesi tasarlanan petrol boru hattını Ruslar da destekliyormuş.– Bu haberi hatırlayınca, bir anda, fiziki ortamdan uzaklaşıp düşünsel ortama kaydım. Eğer Karadeniz sahilinden İbrice Limanına petrol boru hattı döşenirse, bugün eleştirdiğim insan ürünü kirliliği mumla ararız.

Düşünsel ortamda, -Ben neredeyim?- sorusunun cevabını vermek zor. Çünkü; cevabı etkileyen subjektif faktörler var. Olayları görebilme, gördüğünü anlayabilme, anladığı şeyin önünü, sonunu hesaplayabilme ve yorumlayabilme, ön yargısız, akılcı ve gerçekçi bir yöntemle değerlendirebilme. Ön yargının mutlaka ideolojik bir ön yargı olması gerekmiyor. Genellikle, bir konuda, fazla düşünmeden kanaat sahibi olunuyor ve sonra, çok düşünerek ona gerekçe bulunuyor. Sorulara her zaman bir cevap verilir, fakat her zaman doğru cevap verilmez. Sonuçta, kişi, bazen etrafla, bazen de kendisinin farklı zamanları ile çelişkiye düşer. Dün söylediğini bugün de söylemek, bazen tutarlılık, bazen de tutuculuk olur. Tutarlılık doğru, tutuculuk yanlıştır. – Dün dündür, bugün bugündür-, söylemi hem doğru, hem de yanlıştır. (Bazen de samimiyetsizliktir.) Koşullar değişebileceği için dün ve bugün farklı olabilecektir. Değişimi görmemek veya kabullenmemek hatadır. Dünden bugünü tahmin edememiş olmak ise bir kısır görüşlülüktür. Değişime direnmek ne kadar hata ise, saklanması gereken değerleri saklamamak da o kadar hatadır.

Dönelim Saros Körfezine. Türkiye’nin Karadeniz sahilindeki bir bölgesinden, Saros Körfezi’ndeki İbrice Limanına Petrol boru hattı döşemek, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nı, doğabilecek bir faciadan korumak bakımından çok güzel bir tasarımdır. (Kabul edelim ki ekonomik ve siyasi boyutlarında problem yoktur.) Ancak bu proje, söylendiği gibi ise, Saros Körfezini öldürür. O nedenle yanlış bir projedir. Bir şey için hem güzel, hem yanlış demek bir çelişki gibi gözüküyorsa da, değil. Çünkü o şeyin etkilediği şeyler farklı. İstanbul ve Çanakkale Boğazları terazinin bir kefesine, Saros Körfezi öbür kefesine konursa, Boğazlar ağır basar ve Saros Körfezi feda edilebilir. Halbuki renkler sadece siyah ve beyazdan ibaret değildir. Farklı renkler, ara renkler de vardır. Boğazları ve Marmara’yı kurtarmak çok önemli bir düşüncedir, hatta şarttır. Ama bunu yapmak için başka bir güzelliği kurban etmek kaçınılmaz değildir. Ben birisinin değil, her ikisinin de yanındayım. Projenin sahipleri kendilerini aşıp alternatif çözümler üretmeliler. Bir alternatif olarak, petrol boru hattının Saros’taki terminali İbrice Limanı değil de, Enez ile Kara İncirli arasındaki bir yer olabilir, diyorum. Böylece, hem Boğazlar ve Marmara kurtulur, hem de Saros’ta oluşacak kirlilik asgariye iner. Haliç’te, İzmir ve İzmit Körfezlerinde yapılan yanlışlar Saros’da yaşanmamış olur.

Ben neredeyim, sorusu, aslında, Biz nerdeyiz? Türkiye nerede? Sorusunun eşitidir. Çünkü beni etkileyen sorunlar, benim özel sorunlarımdan çok, Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunlardır. Türkiye’nin sorunları birkaç değil, binlercedir. Sorunların bir bölümü küreseldir ve herkesin sorunudur. Bir bölümü Türkiye’ye özgü sorunlardır. Küreselleşmenin önünde durmak mümkün değil. Küreselleşme, yüksek dağlardan kopan bir çığ gibi, hem büyüyerek, hem de hızını artırarak, karşısına çıkanları ezerek, üzerimize doğru geliyor. Çığı durdurmak için önüne çıkmak intihar etmektir. Çığın, Küreselleşmenin doğuracağı zararları en aza indirmek ve doğacak avantajlardan yararlanmanın yollarını aramak tek çıkar yoldur. Türkiye, küresel koşulları göz ardı etmeden, esas olarak kendine özgü sorunlara odaklanmak ve onları zaman kaybetmeden, asgari zararla çözmek zorundadır.

2004 yılı, NATO zirvesi Türkiye’de-İstanbul’da yapılacak. Böyle bir toplantıya ev sahipliği yapmanın çok büyük avantajları var. NATO zirvesinin İstanbul’da yapılmasına hangi siyasi nedenlerle karar verildiğini bilemiyorum. Bir futbol maçında, yabancı futbolcuların güvenliğini sağlayamayacağımızı düşünerek, maçımızı başka ülkede oynatma kararı veren zihniyetin elbette, kendisi için önemli nedenleri vardır. Belki de toplantıyı Türkiye’de yaparak sırtını sıvazlayıp, ondan bir şeyler isteyeceklerdir. Böyle bir toplantıya ev sahipliği yapabilmek, organizasyon açısından, hiç de abartılacak bir olay olmamalıdır. Bu organizasyonu yapabilmek büyük bir marifet değil, aksine becerememek büyük bir eksikliktir. Bilgisayar çağında, bisiklete binmeyi önemsemek gibi bir şey. İşin püf noktası burada. Toplantının organizasyonu, amacının önüne geçmiş durumda. Toplantıdan, Türkiye için ne çıkabilir, çıkması mümkün olan kararlar, ne getirir, ne götürür, kimse bir şey söylemiyor. Türkiye organizasyonun güvenliğine kilitlendi. Türkiye, haklı endişelerin yanında, psikolojik baskı altında sokuldu. İleri derecede güvenlik önlemlerinin alınması elbette gereklidir, ama işi çok abartırsanız, akla başka şeyler gelir. Dikkatler başka yöne mi çekilmek isteniyor? Yapılanlar kendi insanımıza saygı çizgisini taştı mı? gibi. Kısıtlamalara evet, fakat insanlarımızı adam yerine koymama derecesine varan, yasaklara hayır. Koskoca İstanbul’da, yasak bölgedeki hastalıklar, doğumlar, ölümler, toplumsal olaylar için ne önlemler alındı, bilemiyorum. Umarım ortaya insanlarımızın layık olmadığı durumlar çıkmaz. Bu arada, o kadar büyük masraflar yapıldı ki, hastane masrafını ödeyemediği için rehin kalan hastaların olduğu, ülkemizin durumu ile bağdaşmıyor. Yapılan masraflar kalıcı olsa, gene de, varsın yapılsın diyeceğim, ama yapılanların tümü makyaj, tümü geçici. Ayrıca, bunları yaparken kimi kandırıyoruz? Onlar bizi tanımıyorlar mı? Bunların, onlara şirin görünmek için yapıldığını bilmiyorlar mı? İşin daha da kötü bir yanı, onlar bu yapılanları, bizim onlar için yapmak zorunda olduğumuzu düşünüyorlar. Köy ağası ile, köyün çobanı arasındaki davranış biçimi gibi bir şey. Yurt dışında görev yapanlarımız, bunun acısını yüreklerinde daha iyi hissederler. Halbuki, uluslar arası ilişkilerde –karşılılık- vazgeçilmez bir ilkedir. Sayın Başbakan, TRT de yaptığı ‘’Ulusa Sesleniş’’ programında, yapılanları, Türklerin misafirperverliği olarak değerlendirdi. Evet Türkler misafirperverdir. Misafirperverlik de güzel bir vasıftır. Sorun, misafirperverlikte değil, sorun, yapılanların, gerçekten, misafirperverlik sınırları içinde kalıp kalmadığında düğümleniyor.

Bu ve benzeri durumlarda kantarın topunu, çok defa, kaçırmışızdır. Bazı dönemlerde, kendimizi çok yükseklerde görüp, karşımızdakini adam yerine koymamış,. bazı dönemlerde de kendimizi küçük görüp, karşımızdakinin önünde eğilmişizdir. İşte bu tür uygulamalar bana, Ben neredeyim? Biz nerdeyiz? Bizim gerçek değerimiz nedir? Sorularını sorduruyor. Fiziki olarak, Saros sahilinde bulunmak sorunlardan uzaklaşmak için yetmiyor, eğer düşünüyorsanız sorular-sorunlar sizi orada da buluyor. Bu çorba o kadar çok su kaldırır ki, düşüncelerimin karşısında olan insanların bile söyleyebileceği çok geçerli sözlerin olduğunu kabul ediyorum. Siyasi nedenler, ekonomik nedenler öne sürülebilir. Söylemler birbirine yakın da olabilir, ama özde fark çok büyüktür. Farklılıkların nedeni, sadece bilgi ve birikim değildir. Farklılıkların oluşmasında, kişilik çok önemli bir rol oynamaktadır. Kişilik, ne boş bir gururla övünmektir, ne de kendisini hiçe saymaktır. Kişilik, kendini bilmektir. Kişilik, neyi, ne zaman, ne ile değişeceğini veya neyi, hiçbir zaman hiçbir şeyle değişmeyeceğini bilmektir. Denebilir ki, burada küçülmek söz konusu değil, bu bir politikadır, bu -köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme- politikasıdır. Ama, ne hikmetse, iki asra yakın zamandan beri, ne ayıdan kurtulduk, ne de o köprüyü geçme zorunluluğundan.

Biz hep böyle miydik? Hayır. Çok farklı dönemlerimiz oldu. Gurur duyacağımız dönemler de var, üzüleceğimiz dönemler de var. İkisi de biziz. Bazı şeyleri saklama, bazı şeyleri gereğinden fazla öne çıkarma gayretlerinden vazgeçerek tarihe gerçek gözle bakıp hatalarımızı ve sevaplarımızı görmemiz şart.. Atatürk dönemi, yokluklarla dolu olmasına rağmen, ülkenin ve ulusun gururlanacağı bir dönemdir. O dönemi, her türlü ön yargıdan, ideolojik yaklaşımlardan ve çıkar ilişkilerinden arınmış olarak, incelememiz ve anlamamız kaçınılmazdır. O günleri tam anlamadan bugünü anlayamayız ve yarınları hiç planlayamayız.

Ben, rüzgara kapılmış, oradan oraya sürüklenen bir yaprak değil, dalına sımsıkı yapışmış, rüzgara direnen bir yaprak konumunda olmamızı istiyorum. Zor olduğunu da sanmıyorum. Yeter ki, bilelim, isteyelim, gerekli donanıma sahip olalım.

Arayışlar hiç bitmeyecek, çünkü dünya durmadan değişiyor.