ÜLKEM – İLKEM

Siyaset ve ilke

Ülkelerin-Ulusların yaşamlarında çalkantılı günler vardır. Bazıları, ulusun yok olma derecesine varan zor günleridir. Biz, 1918-1922 döneminde bunu yaşadık. Daha sonraki dönemlerde de benzer zorluklarımız oldu. Biz çalkantılara alışkınız, o kadar ki, –adam sen de, olacağı varsa olur- deyip, duyarsız kalmış veya aşırı tevekkül içinde olmuşuzdur.

2004 yılının Eylül ayı içinde bir çalkantı daha yaşadık. Futbolcu deyimi ile, -top direkten döndü.- Bazı olayları satır başları ile hatırlayalım.

* Türkiye, kırk yıldır Avrupa Birliği’nin (AB) peşinde koşuyor. AB’nin geçmişte farklı isimlerle anılmış olması önemli değil, aslında biz iki yüz yıla yakın bir zamandan beri Batılılaşmanın peşinde koşuyoruz. Siyasi artı ve eksilerini bir tarafa bırakırsak, AB’ye girmemiz, en azından, batılılaştığımızın bir kanıtı olacaktır.

* Geçmişte AB’ye girme şansına yakın olduğumuz dönemler oldu, fakat akıllı (!) politikacılarımızın, kendilerinden menkul kerametleri yüzünden bu fırsatları değerlendiremedik.

* AKP Hükümeti, AB’ye girebilme yolunda önemli atılımlar yaptı. AKP, TBMM’de yeterli sandalyeye sahip olmasaydı bu atılımları yapamazdı, ama kabul etmek lazım ki, yeterli sayıya sahip olmasına rağmen, istemeseydi bu atılımları yapmazdı. Böyle güçlü bir isteği göstermesinin asıl nedenini anlamakta zorlanıyorum, çünkü bu güçlü isteğin, AB değerlerini benimsemiş olmalarından kaynaklandığını sanmıyorum. AKP’nin inanca dayalı değerleri AB’nin değerleri ile çatışmaktadır. Öyle ise bunlardaki AB sevdası nereden geliyor? Muhtemeldir ki, Türkiye’ye getirmek istedikleri rejimin önünde büyük engel olarak gördükleri bazı ulusal güçleri, AB değerleri şemsiyesinin altında pasifize etmek arzularından kaynaklanmaktadır. Yanılmış olmayı gönülden diliyorum.

* AB’ye uyum sağlamak için Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) değiştirilmesi gerekiyordu. TBMM olağanüstü toplantıya çağırıldı, TCK tasarısı jet hızı ile görüşülüp tam son nokta konacakken, ortaya bir –Zina- konusu atıp, taslağı genel kuruldan komisyona geri çektiler. Tıpkı, AB konusunda olduğu gibi, zina konusunda da, AKP’nin gerçek niyetini anlamakta zorlanıyorum. Zinanın hapis gerektiren bir suç sayılmasının çağdaş anlayışa uyup uymadığı tartışması ayrı bir konu, ama şu bir gerçek ki, böyle bir yasa çıkarsa bundan en çok, AKP’nin, mensuplarından ve tabanından, imam nikahlı olanlar zarar görecektir. Bunu göremeyecek kadar saf olamazlar, belki de akıllarından şu geçti; TCK’da zinayı hapis gerektiren bir suç sayarız, ama bir başka kanunla imam nikahlıları kapsam dışına çıkarırız. Bunun için en uygun yöntem, bütçe kanununa, fazla dikkati çekmeyen, fakat öyle yorumlanacak bir madde koymaktır. Geçmişte bu tür açıkgözlük örnekleri çok. Böylece, hem tabanın zina konusundaki arzusu yerine gelmiş olur, hem de şeytani bir davranışla imam nikahlıları kapsam dışına çıkarmanın daha da ötesinde, aynı zamanda imam nikahına gizli bir yasallık kazandırılmış olur.

* Sayın Başbakan, zina konusunda, acemi bir siyasetçinin bile yapmayacağı derecede, fevri bir davranış içine girdi. Zina kanununun kadınlarımızın onurlarının korunması için çıkarılması gerektiğini ileri sürdü. “Biz Türküz, kimseyi iç işerimize karıştırtmayız, AB, bizim vazgeçilmez bir hedefimiz değil” dedi. Sonra, Brüksel’de, AB yetkilileri konuşup bütün dediklerinden vazgeçti. Sayın Başbakanın bu davranışını çok iyi irdelemek ve doğru anlamak lazım. Sayın Başbakan, neye karşılık bu kesin ve sert tutumundan geri adım attı? Bazı tavizler mi aldı, yoksa korkutuldu mu? Bilemiyorum. Bu dönüşten, R. Tayip Erdoğan olarak, kişisel bir aşınmaya maruz kaldığını düşünüyorum. İşin kişisel boyutu sadece, R.Tayip Erdoğan’ı ilgilendirir, ama başbakanlık boyutu beni çok ilgilendiriyor. T.C.Devleti’nin Başbakanı, ulusun kaderinde en fazla söz sahibi olan insandır. Yaptıkları ile vatandaşlarının geleceğini güvenceye alabileceği gibi, karanlığa da sürükleyebilir.

Siyaset bilim değil, bir sanattır. Siyasetçi elindeki kozları içinde bulunduğu koşullara göre kullanır. Bu onun hakkı, aynı zamanda da görevidir. Siyasetin vazgeçilmez kriteri ulusal çıkarların korunmasıdır. Siyaset, her ne kadar, esnek bir yöntem izlerse de, siyasetin ilkeleri vardır. Siyasetçi ilkeli olmak zorundadır, ilkesizlik, güvenilmezliğin bir belirtisidir.

R. Tayip Erdoğan’ın en büyük devlet deneyimi İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığıdır. Bu görevi küçümsemiyorum aksine, önemsiyorum. Ancak, belediye başkanlığı iç politikaya dönük bir görevdir. Yasalar içinde bazı dengeleri kullanmak başarılı olmak için yeterli olur. Başbakanlık ise çok farklı bir görevdir. Kuralları, koşulları ve dinamikleri çok farklıdır. İç politikadan çok, dış politikaya dönüktür. R.Tayip Erdoğan’ın devlet deneyiminin yetersizliğinin dışında, bir başka özelliği de, medyanın tabiri ile –kabadayı- oluşudur. Kabadayılık farklı anlamlar taşıyan bir kavramdır. Delikanlılığın ifadesi olduğu zaman güzel bir davranıştır, fakat kural tanımazlığın, başına buyrukluğun, sorumsuzluğa varacak derecede kendine güvenmenin, kendini beğenmişliğin ifadesi olduğu zaman yanlış ve çok tehlikeli bir davranıştır.

R. Tayip Erdoğan, kendisine oy verenlerin de, oy vermeyenlerin de başbakanıdır. Onun kişisel yapısı, ideolojisi, siyaset sanatını icra etme tarzı ve becerisi, hepimizi çok yakından ilgilendiriyor. Brüksel’de attığı geri adımın doğru olduğuna inanıyorum ve istiyorum ki, bu, deneyimsizlik sonunda yapılan, bir hatadan dönme fazileti olsun. Dünyanın ve Türkiye’nin gerçeklerini görebilmiş olmanın bir sonucu olsun. Eğer böyle ise, bu geri dönüş için Sayın Başbakanı suçlamak değil, kutlamak isterim. Hatayı görmesi bizim için, bir kazanımdır, hatadan dönmesi kendisi için bir fazilettir. Şundan emin olmak istiyorum, Sayın Başbakan gerçekleri gördüğü için bu doğru dönüşü yaptı, yoksa bazı iç politika oyunlarının peşinden koştuğu için değil. Davranışından mutlu olduğum kadar niyetinden de emin olmak istiyorum.

Başbakan olmak kolay değil. Başbakan olmak bir onurdur, ama ondan daha büyük onur o koltuğun hakkını verebilmektir. Bir ideolojinin değil, çağdaş insanlık değerlerinin ışığında herkesin başbakanı olabilmek çok büyük bir onurdur. Bir yere gelebilmek elbette önemlidir ama ondan daha önemlisi oradan yüz akı ile ayrılabilmektir.

Herkesin kendine göre değer yargıları olabilir ve kişisel yaşamında bunları göğsünü gererek yaşayabilir. Marifet o dur ki, devlet gücü emanet edilen kişi, bu gücü kullanılarak, kişisel doğrularını, başkalarının doğrularına egemen kılmaya çalışmaz. İnsanlık tarihi bunu yapanların örnekleri ile dolu. Onların çoğu bugün lanetle anılmaktadır. Özellikle, inanç konusunda, yaratıcıya karşı sorumluluğun bireysel olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. İnsanlar kendilerini aşabildiği, egolarını yenebildiği ölçüde büyüktürler, güçlüdürler…

Arayışın sonu yoktur. İstersek ve anlarsak doğrularda buluşuruz.

27 Eylül 2004, Fenerbahçe