{NUTUK}
Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında, hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi budur.
“Efendiler, Meclisin açıldığı ilk günlerde, Meclis’e, içinde bulunduğumuz durum ve şartları açıklayarak, takip edilmesini ve uygulanmasını yerinde bulduğum görüşlerimi arz ettim. Bu görüşler, Türkiye’nin, Türk Milleti’nin takip etmesi gereken siyasi ilke ile ilgiliydi.
Bilindiği gibi, Osmanlılar zamanında, çeşitli siyasi ilkeler takip edilmiş ve edilmekteydi. Ben, bu siyasi ilkelerin hiçbirinin, yeni Türkiye’nin siyasi şekillenmesinde ilke olarak kabul edilemeyeceğine inanmıştım. Bunu Meclis’e anlatmaya çalıştım.
Efendiler, bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele ve müsademe demektir. Hayatta başarı kazanmak, mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır. Bu da maddi ve manevi güç ve kudrete dayanan bir husustur.
Doğulu kavimlerin Batılı kavimlere taarruz ve hücumu tarihin belli başlı bir safhasıdır. Doğu milletleri arasında Türklerin başta geldiği ve en güçlüsü olduğu bilinmektedir.
Fakat Efendiler, her saldırıya daima bir karşı saldırı düşünmek gerekir. Karşı saldırı ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir bir tedbir bulmadan saldırıya geçenlerin sonu yenilmek, bozguna uğramak ve yok olmaktır.
Batı’nın Araplara yaptığı karşı saldırı, Endülüs’te acı ve ibret alınmaya değer bir tarihi felaketle başladı. Fakat orada bitmedi. Kovalama Kuzey Afrika’ya kadar sürüp gitti.
Atilla’nın Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, bakışlarımızı, Selçuklu Devleti’nin yıkıntıları üzerine kurulmuş olan, Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere çevirelim. Osmanlı hükümdarları arasında Almanya’yı, Batı Roma’yı zapt ederek çok büyük bir imparatorluk kurma teşebbüsünde bulunmuş olanı vardı. Yine bu hükümdarlardan biri, bütün İslam dünyasını bir merkeze bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye’yi ve Mısır’ı zapt etti. ‘Halife’ unvanını takındı. Diğer bir sultan da hem Avrupa’yı zapt etmek, hem de İslam dünyasını hüküm ve idaresi altına almak gayesini güttü. Batı’nın sürekli karşı saldırısı, İslam dünyasının hoşnutsuzluk ve isyanı ve bütün dünyayı ele geçirme tasavvur ve emellerinin aynı sınırlar içine aldığı çeşitli unsurların uyuşmazlıkları, sonunda, benzerleri gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin sinesine gömdü.
Efendiler, dış siyasetin en çok ilgili bulunduğu ve dayandığı temel, devletin iç teşkilatıdır. Dış siyasetin iç teşkilatla uyumlu olması gerekir. Osmanlı Devleti’nin siyaseti milli değil, belirsiz, bulanık ve kararsızdı.
Panislamizm ve Panturanizm siyasetinin başarıya ulaştığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte tesadüf edilmemektedir.
Bizim, kendisinde açıklık ve uygulama imkanı gördüğümüz siyasi ilke, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında, hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi budur.
Milletimizin, güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle milli bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza, tam olarak, uyması ve ona dayanması gerekir. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur; Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak, varlığımızı korumak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak… Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluk beklemektir.” (Ref, sayfa: 297-299)
“Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!’’ (Ref, sayfa:412)
“Tam istiklal demek, elbette, siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel v.b. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden yoksun kalmak, millet ve memleketin, gerçek anlamıyla, bütün istiklalinden yoksun kalması demektir’’ (Ref, Sayfa:423)
Lozan barış masasında ele alınan meseleler yalnız üç dört yıllık yeni devreye ait ve onunla sınırlı kalmıyordu. Yüz yılların hesabı görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak, elbette, o kadar basit ve kolay olmayacaktı.
Efendiler, bilindiği üzere, yeni Türk Devleti’nin yerini aldığı Osmanlı Devleti, Uhud-ı Atika (Eski anlaşmalar) adı altında bir takım kapitülasyonların esiri idi. Hıristiyan halkın birçok hakları ve ayrıcalıkları vardı. Osmanlı Devleti, Osmanlı ülkesinde oturan yabancılara karşı yargı hakkını uygulayamazdı, Osmanlı’nın vatandaşlarından aldığı vergiyi yabancılardan alması engellenmiş bulunuyordu. Devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde yaşayan azınlıklarla ilgili tedbirler alması mümkün değildi.
Osmanlı Devleti, kendisini kuran temel unsurun, Türk Milletinin insanca yaşamasını sağlayacak tedbirleri alma bakımından da engellenmişti. Memleketi imar edemez, demiryolu yaptıramazdı. Hatta okul yapmakta bile serbest değildi. Bu gibi durumlarda yabancı devletler hemen işe karışırlardı.
Osmanlı hükümdarları, memleket ve milletin bütün servetini kuruttuktan başka, milletin her türlü çıkarlarını feda etmek, devletin haysiyet ve şerefini ayaklar altına almak suretiyle birçok dış borçlar yapmışlardı. O kadar ki, devlet bu borçların faizlerini bile ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünya gözünde müflis sayılmıştı.
Efendiler, mirasçısı olduğumuz Osmanlı Devleti’nin dünya gözünde hiçbir değeri, fazileti ve haysiyeti kalmamıştı. Devletlerarası hukukun dışında tutulmuş, sanki himaye ve korunmaya muhtaç bir duruma gelmiş gibi kabul ediliyordu. (Ref, Sayfa:475)
“Yüz yıllar boyunca olduğu gibi, bugün de, milletin cahilliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin bir türlü siyasi ve şahsi maksatla çıkar sağlamak için, dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, memleket içinde ve dışında var oluşu, ne yazık ki, bizi bu konuda söz söylemeye zorluyor. İnsanlık dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden arınarak, gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.’’ (Ref, Sayfa:479)
‘’Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı elden çıkarmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu, görüyor musunuz?
Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık kendi varlık ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur. Başkalarına verilecek bir zerresi kalmamıştır.
Millete şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyanın hakimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimizi tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla, milletimizi sürüklediğimiz felaketler yetişir! Bile, bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.’’ (Ref, Sayfa: 481)
Ülkemizin, ulusumuzun, devletimizin, bugünkü durumunu değerlendirmek isteyen, akılcı, gerçekçi, dürüst, bilgili, yetişkin bir vatandaşımızın yukarıdaki sözlerin çok benzerlerini söyleyeceğini inanıyorum. 90 sene sonra, kendimizle ilgili, aynı konuları tartışıyor olmamız çok düşündürücüdür. Kendimizi de, karşımızdakileri de tanıyamamış olmamızın açık ve acı göstergesidir.
Memleketin siyaseten paramparça olduğu, kimin elinin kimin cebinde olduğunun, kimin kimi yönettiğinin belli olmadığı bu dönemde, “Yeni Osmanlıcılık” ve “Ilımlı İslam” tezlerinin bizi sürükleyeceği felaketleri sadece hissetmiyor, adeta görüyorum.
Bugünkü varlığımızı ve kimliğimizi borçlu olduğumuz, yüce insan, Mustafa Kemal Atatürk’ün takriben 90 sene önce söylediği sözler, o günkü ortamla, bugün içinde bulunduğumuz ortamın ne kadar benzer olduğunu gözler önüne seriyor. Bilmezsek, ders almazsak, güçlenmezsek, özgür irademizi kullanarak mücadele etmek yerine, birilerine bağımlı olma kolaylığını tercih edersek, geçmişte defalarca düştüğümüz aynı çamura, gelecekte de daha çok düşeriz…
Arayışlarınız, insan odaklı devasa kültürel bir hazine olan Türk ulusu anlayışının ve yönetim gücünü sadece halktan alan T.C. Devleti’nin, refahını, birlik ve bütünlüğünü, güvenliğini ve varlığını, sonsuza kadar devam ettirebilmesi doğrultusunda olsun.
20 Aralık 2010
Referans: Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılını Kutlama Koordinasyon Kurulu, Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz.