ÜLKEM – İLKEM

Uluslararası Ortamda Türkiye – 1

Konumuzun odağı yaşadığımız TÜRKİYE… Türkiye’yi masaya yatırıp, değerlerini, avantajlarını, sorunlarını, dezavantajlarını analiz etmek istiyorum, ancak sadece yaşadığımız Türkiye’ye bakıp onu tam olarak anlamak, tanımak mümkün değil. Bir ağaca baktığımızda gövdesini, dallarını, yapraklarını ve meyvelerini görürüz. Bu parçaların sağlıklı veya hastalıklı oluşunda içinde bulundukları hava şartlarının etkisinin yanında, gözle görmediğimiz kökleri vasıtasıyla aldıkları besleyici veya aksine zehirleyici maddelerin çok büyük etkisi vardır. Yaşadığımız Türkiye’nin görünen yüzü bir sonuçtur. Bu sonucun oluşumunda güncel etkenlerin yanında geçmişten gelen toplumsal ve siyasi etkenlerin de önemli payı vardır. Refahı, huzuru ve güvenliği sağlamak için genelde güncel etkenlerle boğuşuruz, ama geçmişten gelen nedenleri doğru tespit edip düzeltmeden köklü bir sonuca ulaşmak mümkün olmaz. Mevcut sorunların bir bölümü bilgisizlik ve güçsüzlükten kaynaklanmış, bir bölümü ise, bilinçli olarak, iç ve dış, siyasi ve ideolojik odaklar tarafından sisteme monte edilmiştir. Analizi, olabildiğince, doğru yapabilmek için Türkiye’nin uzak geçmişini kısaca, yakın geçmişini daha uzun ve bugününü, elimden geldiği kadar, teferruatlı ele almaya çalışacağım. Zaman faktörünü dikkate alarak, geçmişle ilgili hatırlatmalar yapıp, düşündürmeye çalışacağım. Dikkat çektiğim konuların araştırılması çok daha sağlıklı olur.

Türkiye’nin içinde bulunduğu DOĞAL ve SOSYAL ortamlar

Gerçek canlılar da kurumlar da içinde bulundukları ortamdan soyutlanamazlar. Doğru bir analiz yapabilmek için toplumları ve kurumlarını, antropolojik yöntemlerle parçası oldukları ortamla birlikte ele almak zorunludur..

DOĞAL ORTAM:

Türkiye, Dünyanın önemli bir parçası, Dünya ise Evren’in küçük bir gezegenidir. Evren/Kâinat hudutları ve içeriği tam bilinmeyen bir doğal ortamdır. Evren’in yaratılışı veya oluşumu hakkında ortak bir görüş yoktur. Dogmatik inançlar, akılcı kabuller ve bilimsel bulgulara dayanarak ortaya konulmuş farklı tezler var. Bu görüşler birbirleriyle uzlaşamadıkları gibi kendi içlerinde de cevabını bulamadıkları soruların olduğunu itiraf ediyorlar. Ortak nokta, Evren’in işleyişini düzenleyen çok güçlü kurallarının olduğudur.

Evrenin kuralları, mutlak, karşı konulamaz ve tarafsızdır. Evren’deki sistemler de sistemler içindeki gezegenler de bu kurallara göre hareket etmektedirler. Herhangi bir sebeple kural dışına çıkanın varlığı sona erer. Evren’in kurallarının önceden çizilmiş kader olduğunu düşünüyorum.

Evren’in oluşumu tamamlandı mı, gelecek on-yüz yıllar içinde kuralları değişir mi, bugün var olduğu bilinen bazı üniteler yok olur, bugün olmayan yeni üniteler oluşur mu, buna bilim dahil hiç kimse cevap veremez, ancak Allah bilir…

Türkiye’nin Evren’in / Doğal Ortamın kurallarına uyum sağlamaktan başka bir seçeneği yoktur. Uyum sağlayabilmek için öncelikle Kainatın/Doğanın kurallarını tam ve doğru tanımak ve onlara uyum sağlayabilmek için etkin önlemleri almak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Doğal Afetlere karşı konulamaz, fakat alınacak önlemlerle onların yıkıcı etkileri azaltılabilir. Japonların depreme karşı aldıkları yapılaşma örneği gibi…

Bir bölgemizde deprem oldu, yanlış, eksik yapılaşmadan dolayı büyük can ve mal kaybına uğradık. Kerameti kendinden menkul, kendisine din adamı sıfatı veren, biri çıktı, “Bölgede kötü şeyler oluyordu, Allah o bölgede yaşayan insanları cezalandırdı.” diye ahkam kesti. Bu kişinin ayıbı ve günahı kendisinedir. Daha acıklı olan toplumun kanaat önderlerinin ve dürüst din bilimcilerin bu densize tepki göstermemeleridir. Bilenler, erdemli insanlar toplumu aydınlatmaz, yol göstermezlerse sade vatandaşlar hurafelere ve maksatlı yönlendirmelere esir olurlar. En büyük sorunumuz kolay aldatılmaktır. Sahtekarlar aldatma aracı olarak toplumsal değerleri ve inancı kullandıkları zaman önlerinde durmak çok zorlaşıyor.

Osmanlı döneminde birçok bilimsel araştırmalar ve çağa yönelik değişim ve yapılaşma çabaları bu tür çıkarcı gericiler tarafından engellenmiştir. “Bunlar meleklerin bacaklarına bakıyorlar… Gök yüzünün sırrını çözmeye çalışmak uğursuzluk getirir…” gibi bağnaz iddialarla, teknolojik açıdan, devrinin önde gelen Tophane Rasathanesini Osmanlı donanmasının top atışlarıyla yerle bir ettirmişlerdir.

Allah’ın “Yaratıcı”, “Yargılayıcı”, “Cezalandırıcı” gücünü tartışmam söz konusu olamaz, o dilediğini yapmaya kadirdir, ancak Allah’ın üç-beş suçluyu cezalandırmak için depremle yüzlerce suçsuzu kurban edeceğini düşünmüyorum, bu O’nun “adaletine” ve insanlara yüklediği “bireysel sorumluluk” ilkesine aykırı düşer, diye düşünüyorum. Bilgisizce ve aklını kullanmadan doğal afet ortamlarında yanlış yapılaşanlar herhalde bir bedel ödeyeceklerdir. Bunun günahının büyük bölümü de, herhalde, ona izin veren, önlem almayan yöneticilerindir diye düşünüyorum.

SOSYAL ORTAM:

Dünyamız Evren’in küçük bir gezegeni olmakla beraber, şu andaki bilgilere göre Evren’in en önemli, en enteresan gezegenidir, çünkü, Dünya’da hayat var, canlılar var. Canlılar ortamının egemeni insandır. İnsan fizyolojik yaradılışının avantajlarına ilave olarak akıl ve ruh taşımaktadır. Bu nitelikleriyle, insan düşünüyor, üretiyor, değişiyor, değiştiriyor. Dünyadaki sosyal ortamı düzenleyen kurallar insan ürünüdür.

İnsanın düzenlediği sosyal ortamın kuralları, doğal ortamın kuralları gibi, herkes için aynı, tarafsız, eşit ve adil değildir. Bu durum insanın üstün vasıflarıyla çelişen bir sonuçtur. İnsancıl kuralları koyan kişiler veya gruplar, kendilerine bir imtiyaz hakkı yaratarak çıkarlarını ön planda tutmuşlardır. Dün de böyleymiş, görünüm ve söylemler değiştirilmiş olsa da, temelde, bugün de aynıdır. O insanlar kendilerine tanıdıkları ayrıcalığı meşru kılmak için hileyi şeriye denen aldatıcı kavramı çok güzel kullanıyorlar. İnsanları, asiller, ruhbanlar, güçlüler, köylüler, serfler, köleler, esirler gibi sınıflara ayırmışlar ve pastayı bu sınflara tanıdıkları kriterlere göre dağıtmışlar. Asırlar sonra insanların doğuştan eşit ve özgür oldukları anlayışı ileri sürülmüş olsa da bu ilke söylemde kalmış gerçek hayata yansıtılmamıştır. Paylaşılacak pastanın herkese yetecek kadar büyük olmaması bir etken olabilir, ancak insanın özünde kendisini ötekinden üstün görme ve çıkarını kollama gerçeği, göz ardı edilemez.

İlk insanlar, Âdem ile Havva’nın çocukları Habil ve Kabil’den biri diğerini kıskançlık yüzünden öldürmüş. İnsanlık kardeş kavgasıyla başlamış, kardeş katli Osmanlı’da doruk noktasına ulaşmıştır. Bugün de insanlar arasında hak kavramı ile çelişen, adalet ve ahlak dışı uygulamalara şahit oluyoruz. Görünümleri benzer olmakla beraber insanların iç yapılarında melek ve şeytan ruhu var galiba… Aslında şeytanın da bir melek olduğunu untmamak lazım…

İnsanlar aleminin elbette bir düzenlemeye ihtiyacı var, fakat gerçek şu ki, insan sosyal ortamın kurallarını, en azından doğadan esinlenip, tarafsız, eşit, adil olarak düzenlememiş. Dünyada şu kadar insan yaşıyor, çoğu aç, açıkta, azı refah içinde, koruma altında. İnsanlar alemi, sayısı bilinmeyen etnik ve inanç gruplarına bölünmüş durumda ve her biri karşısındakini öteki diye niteliyor. Ekonomik ve teknolojik bakımdan, kalkınmış, kalkınmakta olanlar ve geri kalmış olanlar var. Aynı zaman diliminde farklı düşünce gruplarının olması doğaldır fakat aynı zaman diliminde çok farklı hukuk sistemlerinin yürürlükte olması ortak bir adalet anlayışının olmadığının göstergesidir. Uluslararası siyasi sistemde de, ulusların kendi iç siyasi sistemlerinde de, yetki adil dağıtılmamış, imtiyazlılar korkunç avantajlara sahipler. Bazı konularda insanlar arasında matematiksel kriterlere göre bir eşitlik sağlanamayabilir. Kimileri sahip oldukları avantajları çalışarak kazanmıştır, öteki yatarken o bir bedel ödemiştir, fark bundan kaynaklanıyordur. Bunda bir doğruluk/haklılık payı olduğunu kabul ederim. Mutlak bir eşitlik olmasa bile, her türlü değerin paylaşımında, adalet anlayışının devre dışı bırakılmasının insani bir ayıp olduğunu düşünüyorum.

Sosyal ortamın bu gerçeklerini görmemek mümkün değil, çünkü bizzat yaşıyoruz. Neden böyle olduğuna dürüstçe cevap vermek de aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali çok zor. Adaletin sağlanması için her türlü çabanın sarf edilmesi insani bir zorunluluktur ama bunu sağlayacak insani gücün oluşturulabileceğini sanmıyorum. Az pay alırken büyük yaygara koparanlar, herhangi bir şekilde, gücü ele geçirdiklerinde öncekilerden farklı davranmıyorlar.

Dünya’nın ve Türkiye’nin sosyal ortamında yaşıyoruz. Karşılaştığımız olaylarla, bazen, hiç ilgilenmeden kafamızı çevirip geçiyoruz, bazen de yüzeysel bir tepki gösteriyoruz. Neden olduğunu, kimin, niçin yaptığını veya yaptırdığını irdelemiyor, sorgulamıyoruz. Çünkü bilgimiz yok. Bilgi olmadan görev anlayışı, hak anlayışı ve sorumluluk bilinci de gelişmiyor. Bildiklerimizin çoğu da hamaset ve hayalle bezenmiş, hurafe nakillerle saptırılarak bize empoze edilmiş, ezberletilmiş, çoğu da yalan, yanlış bilgiler.

Bazı İslam alimleri, önce müritlerine, sonra da halka, anlamı itibariyle, şu görüşü benimsetmişler. “Yanlış olayları anlatırsanız/naklederseniz kötü örnek olur, o nedenle yanlışlıkların, çirkinliklerin üzerini örtün.” Bu yaklaşım, en basit ifadesiyle gerçekleri gizlemek, insanları yalan söylemeye teşviktir. Yalancılık bir defa başlarsa nerelere varacağını kimse kestiremez. Yanlışı, çirkini örtmek onu yapanı korumak, onun gerçek yüzünü saklamak değil de nedir?

Tarihçilerimizin çoğu tembel, araştırma zahmetine girmeden, ordan burdan alıntılarla, taşıma su ile değirmeni döndürmeye çalışıyorlar. Bir kısım tarihçilerimiz de etik niteliklerden yoksun, siyasi, ideolojik, çıkar amaçlı olarak, gerçekleri saklayıp, yalanlarıyla halkı aldatıyorlar.

Günümüzün de geçmişimizin de gerçek yüzünü tanımak zorundayız, çirkini, yanlışı yapmak ayıptır, öğrenmek değil. Aldanmak aptallıktır, aldatmak ise ahlaksızlıktır. Öğrenmek, irdelemek, yargılamak, mutlaka intikam almak için yapılmaz. Gerekirse yanlışı yapan cezalandırılır veya affedilir o ayrı bir konu, ama en önemlisi geçmişten ders almak için, geçmişi tam ve doğru öğrenmek zorunludur. Geçmişte yapılmayan doğrular, yapılan yanlışlar ders alınacak en etkin örneklerdir. Ders alırsak günümüzü doğru düzenleyebilir, yarınımızı doğru planlayabiliriz.

TÜRKLÜK ve İSLAM

Türklük bizim etnik, kültürel ve siyasi geçmişimiz, İslam ise bireysel ve toplumsal inanç anlayışımızdır. Beraber yaşadığımız kültürlerin bizdeki etkisini inkar etmek mümkün değil fakat bugünümüzün oluşumundaki en önemli iki etken Türk Kültürü ve İslam İnancıdır.

Dünden bugüne, Türklüğü ve İslamı ne kadar doğru anladığımız ne kadar doğru yaşadığımız, bu değerlerden ne kadar yararlandığımız ve bu değerlerle ne kadar aldatıldığımız, sorularının doğru cevaplarını bulabilirsek kendimizi doğru tanır, günümüzü ve geleceğimizi güvence altına alabiliriz.

Bu iki konuda bazı olayları ve düşünceleri hatırlatıp irdelenmesini isteyeceğim;

*Türklük seçme hakkımız olmayan biyolojik yaradılışımızdır. İyi hasletlerimiz, iyi niteliklerimiz bizim yaratılıştan gelen şansımız, zayıf yanlarımız yaratılıştan gelen şanssızlığımızdır. İyi hasletlerimizi korumak ve geliştirmek, zayıf yanlarımızı eğitimle, olabildiğince, düzeltmek gerekirdi. Acaba bunu yapabildik mi? Yapamadıysak neden!

*Türk Kültürü, biyolojik yapımızın, yaşadığımız coğrafyaların, yaşadığımız çağların, yaşadığımız olayların, düşünsel yeteneklerimizin ortak bir ürünüdür. Acaba Türk Kültürünü doğru tanıdık mı, onu geliştirmek ve yaymak için ciddi bir çaba sarf ettik mi? Yapmadıysak neden? Yeteneklerimiz mi eksikti, yoksa aldatıldık mı?

*İslam atalarımızın bilinçli olarak seçtiği veya zorlanarak kabul ettikleri inanç sistemimizdir. Hiçbir toplum, var olan inanç sistemini kenara itip, yeni bir inanç sistemine kısa sürede uyum sağlayamaz. İnanç da sosyal bilimler de algılamaya, yoruma ve uyum sağlamaya çok açıktır. Acaba Türkler bu konuda ne kadar başarılı oldular, İslam’ın özünü doğru anlayıp, kendi toplumsal ve siyasi yaşamlarında ne kadar doğru yere oturtabildiler? Acaba Türkler hem benliklerini koruyp hem de gerçek müslüman mı oldular, yoksa Araplaştılar ve Emevi Müslümanı mı oldular? Osmanlı’nın çok kullandığı, “Etrakı-ı biidrak” ve ”kavm-i necip” söylemleri ne ifade ediyor?

*Türkler tarihin her döneminde, değişik coğraflarda etkin olmuşlar, birçok devlet kurmuşlardır. Bu devletlerin çoğu, bir süre sonra, kendi içlerinde parçalara bölünmüş, iç kavgalarla biri ötekini sonlandırmıştır. Benzer olaylara başka toplumlarda da rastlanmakla beraber Türklerde çok fazla, tarihte başka bir devlet tarafından ortadan kaldırılan bir Türk Devleti yok gibi. Buradaki etkin faktör nedir, bizim genetik yapımız mı, yoksa dış etkenlerle, kolayca birbirimize düşürülme zayıflığı mı?

*Genel olarak Türklerin yazılı-belgesel kültürleri zayıf, sazlı, sözlü, destansı kültürleri yaygındır. Türkler bu durumlarını tespit edip, düzeltmek için bir çaba harcadılar mı, yoksa toplumun kolay yönetilmesi için bu yöntemi bilinçli olarak mı sürdürdüler?

*Hz. Muhammet’in, peygamber olarak, İslam’ı tebliğ ettiği süreçte ona karşı çıkanlar, onunla savaşanlar oldu. Bunların içinde en güçlü olanı, en uzun süre savaşanı, herhalde, Emevi Ebu Süfyan-karısı Hind ekibidir. Hz. Muhammet’in vefatından, takriben, otuz yıl sonra, İslamın siyasi devlet gücü de dini halifelik gücü de Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’nin eline geçti. Muaviye, Hz. Muhammet’in büyük torunu Hasanı’ı zehirletmekten, oğlu Yezid de Hz. Muhammet’in küçük torunu Hüseyin’i ve ailesini Kerbela’da kılıçtan geçirtmekten hiç çekinmediler. Bu kindar aile, hüküm sürdükleri takriben doksan yıl içinde, acaba, daha önce Ebu Süfyan’la İslam’a karşı yürüttükleri savaştaki görüş, düşünce, iddia ve aile-kabile çıkarlarının ne kadarını İslam’a monte ettiler? Hz. Muhammet’in tebliğ ettiği gerçek İslam’ın özünden ve kurallarından ne kadar sapmalar oldu? İslam ne kadar Emevi-Araplaştı? Bu konuda farklı görüşler öne sürülebilir, nitekim sürülmüştür de ancak Halifeliğin Emeviler tarafından babadan oğula geçen bir hanedan Halifeliğine dönüştürüldüğü tarihi bir gerçektir… İlk dört halife, şöyle veya böyle, seçimle o makama gelmişlerdi.

*Abbasiler, Emevi Saltanatının yıkılmasında Türkleri kullandılar ve başarıya ulaştıktan sonra Türkleri dışladılar. Acaba Türkler bu olaydan ders alıp, Türk-Arap ilişkilerinde daha dikkatli olmak gerektiğinin bilincine vardılar ve sonraki icraatlarında daha dikkatli oldular mı? Hiç sanmıyorum…

*1071 Malazgirt Savaşı, Anadolu’nun kapılarının Türklere ve İslam’a açılması bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır.

*Alparslan’ın ölümünden sonra çıkan kardeş kavgasında kazanan tarafın baş veziri olan Nizamülmülk kurduğu Nizamiye Medresesi’nin öğretim sisteminde Allah vergisi akıl yerine İmam Gazali’nin tezi olan nakil prensibini esas kabul etmiştir. Bu uygulama İslam hukuku ve İslam anlayışında çok önemli bir dönüm noktasıdır.

*11.yy da İslam dünyasında çok ileri görüşlü düşünürler vardı, hepsini temsilen İbni Rüşt’ü anayım. Bu aydın kişiler yorum ve görüşleriyle Hıristiyan dünyasının orta çağ papazlarının uyanmalarına vesile olmalarına rağmen, ne yazık ki Arap İslam dünyasında etkili olamadılar. Dışlandılar, suçlandılar, çünkü akılcıydılar venakilci İmam Gazali İslam’da içtihat kapısını kapatmıştı. Hıristiyan Dünyası aydınlığa kapı aralarken, İslam Dünyası kapısını aydınlığa kapatmıştı. Sadece İslam dünyası için değil, tüm insanlık için ne büyük kayıp!

*Diyelim ki o dönemim siyasi iktidarları, inanç sömürücüleri çok baskındı, buna karşın halk çok etkisizdi, kolayca inandırıldı veya baş eğdirildi. Nerede ise aradan on asır geçti. Bugün hala nakilci, hurafeci, dinci çıkarcıların ön planda olmaları, Müslümanların Allah’la aldatılmaları günümüzün siyasi iktidarlarına, aydınlarına, kanaat önderlerine ve demokrasiyi yaşıyorum, özgür iradeye sahibim diye övünen halkımıza yakışıyor mu?

*Kur-an’da kırk yerde akıl ve akılla ilgili ifade varken, kerametleri kendilerinden menkul birileri Kur-an’ı referans göstererek aklı yasaklıyorlar, biz hala uyanmıyoruz. İslam dünyasının acıklı hali.

*Allah’ın verdiği en önemli nimetin yani aklın kıymetini bilip, kullanmayana Allah niye acısın ki!

Yukarıdaki kısa açıklamaların daha da özeti;

Türkiye Doğal Ortamın çok küçük bir parçasıdır, başka alternatifi yoktur, içinde yaşamak zorundadır. Doğanın kurallarını değiştirmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Türkiye’nin yapması gereken, Evreni/Kainatı tanıma konusunda çaba harcayarak, Doğanın Kurallarını doğru anlayıp, bilimsel ve akıllı önlemler alarak Doğal Ortama uyum sağlamaktır.

Türkiye Dünya’nın Sosyal Ortamının çok önemli bir parçasıdır. Sosyal Ortam insan tarafından düzenlenmiştir, kuralları eşit ve adil değildir. Kurallar insan yapısı olduğu için insan tarafından değiştirilebilir. Türkiye, mevcut sosyal ortamın adaletsizliklerinden önce kendisini koruması, sonra da tarihi geçmişine ve bugünkü kültürüne yakışır bir şekilde sosyal ortamın çarpıklıklarını hem kendisi için hem de insanlığın hayrına, düzeltmek için çaba harcamalıdır.

Amacım, okurlarımı öğrenmeye, düşünmeye, sorgulamaya, araştırmaya yönlendirerek, gerçekleri görmeye, doğruları bulmaya ve bağımlı değil, özgürce hareket etmeye teşvik etmektir.