TARİHİ YORUMLAMAK

Ecevit ve Vahdettin

Saros Körfezi Erikli sahilinde, dinlenmeye çalışıyorum. Mutlu olmam gereken bir ortamdayım. Eşim ve çocuklarımla beraber olmanın, denizin, güneşin, temiz havanın tadını çıkarmam gerekir. Hayır, biz mutsuzluğu yaşamaya programlanmış bir toplumuz. Aslında mutsuz olmamız için çok sorunumuz var, fakat olmadığı zamanlarda da şeytan dürter, kendimiz, kendi huzurumuzu kaçırırız. Bu defa da Ecevit dürttü ve toplumun dengeleri bozuldu. Ecevit’in dürtüsü ile, toplum üçe bölündü. Bir kesim; “Aslan Ecevit, geçmişini inkar ederek bize katıldın ve ekmeğimize yağ sürdün” diyerek sevinçten uçuyor. Bir kesim; “Bir insan bu kadar mı değişir veya kendisini topluma bu kadar mı farklı gösterebilir? Toplum, bir insanın gerçek yüzünü anlamakta bu kadar mı hataya düşer?” diye dövünüyor. Büyük kesim ise ya olanların farkında değil ya da farkında olsa bile, her zaman olduğu gibi, umursamaz bir tavır içinde.

Bülent Bey; ‘’Ben Vahdettin’e hiçbir zaman ‘hain’ demedim, Vahdettin hain değildir’’ diyor. Vahdettin’in “hain’’ olup olmadığı tartışılacak bir konu olsa bile, “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?’’ Ecevit niye, durup dururken, şeytan rolüne soyunup toplumu dürttü? Bir süre önce de, Rahşan Hanım, durup dururken, “Din elden gidiyor’’ demişti. Ecevitlerin bu sözleri kendi iradeleri ile bir ihtiyacı belirtmek veya bir gerçeği ifade etmek için söylediklerini sanmıyorum. Bu tür sözler onlara söylettiriliyor… Birileri Ecevitlerin eline bir çomak verip, “Şu deliğe sok’’ diyorlar, onlar da, arı kovanına çomağı sokuyorlar. Ecevitler sıradan insanlar değiller, onların sözlerinin toplumda ses getireceği bir gerçek. Ancak, onların bu tür çıkışları, ne amaçla veya hangi beklentilerle yaptıklarını kestiremiyorum. Farkında olmadan alet olduklarını düşünsem, çok zavallı bir konuma düştükleri için üzülmem gerekir, ama ben, Türkiye’nin üç yıl öncesine kadar bu zavallılar tarafından yönetiliyor olmasına daha çok üzülüyorum. Ancak, Ecevit günlerdir, ısrarla, sözlerini tekrarlıyor, demek ki bu işi bilinçli yapıyor ve gerçek düşüncesini şimdi ifade ediyor. O taktirde, Vahdettin’den önce, Ecevit’in yıllarca bayraktarlığını yaptığı “Atatürkçülüğe” ve “Laik Devlete” karşı bir ihanet içinde olup olmadığını tartışmak gerekir. Ecevit’in, 1960’larda, yola çıktığı çizgisi ile bugün üzerinde durduğu çizgi arasında zıtlık var. Geçmişte onu alkışlamış birisi olarak, kendime soruyorum, gerçek Ecevit hangisi? Takiyye yapmak, toplumu aldatmak, Ecevit’in taşıyabileceği bir yük olabilir, ama ben dahil, milyonlarca insanın, kırk yıldır aldanmış veya aldatılmış olması Türk ulusu açısından çok vahim bir olaydır. Bunu “Türkiye’nin şansızlığı” diye, kaderci bir yaklaşımla geçiştirmek mümkün değil. Ortada, Türkiye’nin, Atatürkçülüğün, laik demokratik rejimin aşması gereken çok büyük bir sorun var. Toplumun, olayları değerlendirebilme, liderlere güvenme ve liderleri kontrol edebilme sorunu. Bugün Türkiye’de, seçimlerde fiilen yüzde 25 oy alarak, hukuken yüzde 70’lere varan yasal yetkiye sahip olan bir iktidar var ise, bunun sebebi Bülent Ecevit ve Deniz Baykal ikilisinin kaprisleri ile Atatürkçü geçinenlerin inançsız ve sorumsuz, tutum ve davranışlarıdır. Atatürkçü çağdaş kesim, param parça oldu. Siyaset boşluk kabul etmez. Dolduramadığın boşluğu mutlaka başkaları doldurur. AKP bunu çok kolay başardı.

“Vahdettin hain değil” derken, Ecevit, belki duygusal bir davranışla, Vahdettin’i aklamak veya tarihe kimsenin getiremediği farklı bir bakış açısı getirmek istiyor, ama onu yönlendirenlerin amacı, Vahdettin’i aklamak filan değil. Onlar için Vahdettin oyunun bir aktörü, bir aracıdır. Asıl hedef, Laik ve Demokratik olması gereken TC Devleti’dir. Şu anda ulaştıkları çizgi ile bile yetinmiyorlar, mutlaka devleti tam olarak ele geçirip rejimi dini kurallar üzerine oturtacaklar. Bunun için iç ve dış koşullar çok uygun. Önlerindeki en büyük engel Mustafa Kemal Atatürk’tür. Vahdettin’in ‘’mağdur’’ edildiğine inandırılması, ona hain diyen Mustafa Kemal’i toplumda yaralar. Atatürk ilke ve devrimleri devre dışı bırakıldığı taktirde siyasi rejimi dini kurallara oturtmanın, insan psikolojisine uygun, dış destekli, çok cazip nedenleri bulunabilir. Seksen yıldır, açık veya örtülü olarak verilen savaşın amacı budur. Seksen yılda çok mesafe aldılar. O kadar ki, Karaoğlan Ecevit’ler, Fethullah Gülen’in çizgisinde, onların safında çaba harcıyorlar. Onların, artık, Demirel’e bile ihtiyaçları yoktur. Kırk yıl Demirel onları, onlar Demirel’i kullandı. Demirel’in yüzü o kesimde eskidi, söylemleri etkisini kaybetti. O nedenle, Demirel de saf değiştirdi ve “Bu ülkenin daha en az yüz sene Atatürk referansına ihtiyacı var” diyor. Buna karşılık, Ecevit, geçmişte söylediği, “Atatürk devrimleri tepeden inmedir, gerekirse reddi miras ederiz” sözünü bugün hayata geçiriyor. İşin bu boyutlarını göz ardı ederek, Vahdettin hain mi, değil mi, diye bir tartışmaya girmek ‘’gaflet, dalalet ve hatta ihanettir.’’

İddialara göz atalım; diyorlar ki; Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahdettin gönderdi. Öyle ise Vahdettin “hain’’ değil, ‘’vatanı kurtarandır’’. Bu iddianın içinde doğru ve yalan yan yana yer alıyor. Atatürk’ü Anadolu’ya Vahdettin’in gönderdiği doğru, çünkü Mustafa Kemal Anadolu’ya Ordu Müfettişi sıfatıyla görevli olarak gitti. Bu görevi verme yetkisi de, Padişahın, dolayısıyla Vahdettin’in olduğu için bundan daha doğal bir şey olamaz. Ama, Vahdettin’in Mustafa Kemal’i ‘’Osmanlı’ya isyan ederek, vatanı kurtarsın’’ diye gönderdiği büyük bir yalandır ve devlet olmanın gerçekleri ile bağdaşmaz. İddia sahipleri bunu çok iyi biliyorlar, ama şeytanca bir davranışla yalanı doğrunun arkasına gizliyorlar. Mustafa Kemal’e verilen görev, o bölgedeki Rum Pontus ve Ermeni çetelerine karşı bölge halkının verdiği mücadeleyi önlemekti. Bugün PKK ‘’Batı’’ tarafından nasıl himaye görüyorsa, o gün de Rum ve Ermeni çeteleri himaye görüyordu. Vahdettin, kendisinin ve ülkesinin geleceğini İngilizlerin ‘’lütfuna’’ (!) bağlamış, kurtuluşu o yolda görmüştü. Vahdettin’in sadrazamı dahil, yakın çevresi İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin üyesi idi. En büyük korkuları İngilizleri kızdırıp onun gazabına uğramak, en büyük ümitleri İngilizlerin desteğini sağlamaktı. Bunun için, bölgede asayiş sağlanmalı ve İngilizler kızdırılmamalıydı. Bu önemli görevi ancak ‘’ehil’’ bir komutan yapabilirdi. Mustafa Kemal Gelibolu’da ehliyetini ve dirayetini ispatlamıştı. Ayrıca, Vahdettin, Mustafa Kemal’i, veliaht iken, Almanya’ya yaptığı seyahat sırasında yakından tanımıştı. Vahdettin’in, Mustafa Kemal’in düşünce yapısını bilmesine rağmen onu bu göreve atamasının iki nedeni var. Birincisi; İngilizlerin gazabından korunmak için bu görevin mutlaka başarılması gerekliydi. İkincisi, Osmanlı Erkanı Harbiyesi’ndeki bir kısım subayların ülkenin geleceği açısından, bu görev için Mustafa Kemal’i teklif etmiş olmalarıdır. Yoksa, Vahdettin’in Mustafa Kemal’i bu göreve atarken, ona, ‘’Ben seni, zahiren, böyle bir göreve atıyorum, senin asıl görevin, oraya gidip, devlete baş kaldırarak vatanı kurtarmaktır’’ demiş olması, akıl, mantık ve devlet geleneği ile bağdaşmaz. Eğer, Osmanlı’nın geleneğinde böyle bir uygulama varsa, o taktirde, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ve Tepedelenli Ali Paşa’nın atanmalarında da hep ikili oynandığını düşünmek gerekir. Buna rağmen, bir an için, var sayalım ki; Vahdettin, Mustafa Kemal’le, yaptığı söylenen özel görüşmede şöyle bir şeyler söyledi; ‘’Bak Paşam, ben seni açıkça, devlete isyan edip, ulusu kurtarabileceğin bir göreve atayamam. Ama seni Anadolu’da görevlendireceğim. Sen git, devlete isyan et, bu ulusu esaretten ve bu ülkeyi işgalden kurtar. Paşam, sen bu yüce görevi yaparken ben, zahiren olmasa bile gerçekte senin arkanda olacağım bana güven.’’ Şimdi de çok ana hatları ile, olayları hatırlayalım, Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı… Yaptıklarından memnun olunmadığı için, Haziran 1919‘da, İstanbul’a geri çağırıldı. O gitmedi ve verilen görevi değil kafasındaki planı uygulamaya devam etti. Bunun üzerine, Temmuz 1919’da, Erzurum Kongresi’nin toplandığı sıralarda, Vahdettin’in hükümeti tarafından görevinden ve yetkilerinden azledildi. 11 Mayıs 1920’de Divanı Harp kararı ile idama mahkum edildi ve Vahdettin bu kararı, 24 Mayıs 1920’de onayladı. Şimdi, lütfen, birilerinin Vahdettin’in söylediğini iddia ettiği ve benim de bir an için var saydığım yukarıdaki sözleri ve Vahdettin’in yaptıklarını bir arada değerlendirin ve Vahdettin’i siz vasıflandırın. Söylendiği iddia edilen sözlerin ispatı mümkün değil ama, yaptıkları, ki yapılanlar bunlarla sınırlı değil, belgelerle sabit. Hain, ihanet eden kişidir. İhanet ise, en basit ifadesi ile sözünde durmamak, ahde vefa göstermemektir. Bu arkadaşına verdiği söze ihanet olabilir, evlilik koşullarına uymayarak karısına ihanet olabilir veya üslendiği görevleri ve sorumluluğu yerine getirmeyerek vatana ihanet olabilir. Bu durumda Vahdettin’in, en azından, Mustafa Kemal’e ihanet ettiği açık ve kesin değil mi? Mustafa Kemal’i hayatı pahasına bir göreve gönder sonra, ben seni tanımıyorum de ve idamını onayla. Mustafa Kemal bir gizli servisin elemanı değil ki, deşifre olursa sahip çıkılmasın. Bu tür bir davranış ihanetten de öte, insanlık dışıdır. Vahdettin, onu aklamaya çalışanların, çirkin emelleri uğruna, belki de olmadığı kadar, pespaye bir duruma sokuluyor. Dava arkadaşları bazen görüş ayrılığına düşer ve yollarını ayırabilirler. Bu durumda, birinin diğerini ‘’davaya ihanetle’’ suçladığı çok görülmüştür. Siyasi görüşler her zaman tartışılabilir. Nitekim Mustafa Kemal ‘’Benimle beraber yola çıkanlar görüş ufuklarının bittiği yerde beni terk ettiler’’ diyor, ama onlara hain demiyor. Sözlerinde çok seçici ve dikkatli olduğu kesin.

Gelelim Vahdettin’in vatana ihanet edip etmediğine; gene biraz o günlerin olaylarını hatırlayalım: 23 Nisan 1920, TBMM’nin açılışı. 29 Nisan 1920, TBMM’nin Vatana ihanet yasasını kabul etmesi. 13 Mayıs 1920 Damat Ferit’in yurttaşlık haklarının, TBMM tarafından geri alınması. 22 Temmuz 1920, Saltanat Şurası’nın, bir kişinin muhalefetine karşı Sevr koşullarını onaylaması. Osmanlı Meclisi kapatıldığı için Vahdettin sorumluluğu Saltanat Şurası ile paylaşmak açık gözlülüğüne gitmişti. 25 Temmuz 1920, TBMM’nin Sevr koşullarını protesto etmesi. 10 Ağustos 1920 İstanbul Hükümetinin Sevr anlaşmasını imzalaması. 19 Ağustos 1920, TBMM’nin Sevr Anlaşması’nı tanımadığını ve anlaşmayı imzalayanları “Vatan Haini” ilan etmesi. Anlaşmanın altında imzası olanlar görevlendirilmiş insanlardır. Asıl hainler, imzalama yetkisini veren devlet ve hükümet sorumlularıdır. Demek ki, Vahdettin’i Mustafa Kemal’den çok önce TBMM ‘’hain’’ ilan etmiş. Ecevit diyor ki, “Vahdettin giderken devletin parasının tümünü değil bir bölümünü yanında götürdü, isteseydi hepsini götürürdü. Öyle ise hain değil.” Ne götürüp ne götürmediğini veya ne vardı ki neyi götürsün, pek bilinmeyen konular. Ama bunlar hainlikle değil, hırsızlıkla ilgisi olan konulardır.

Atatürk’ün Nutuk’da söylediklerinin, günün koşulları doğrultusunda, siyasi yönü olabilir. Çocuk oyuncağı değil, kokuşmuş bir sistemi yıkıp yerine çağdaş bir sistem getirmeye çalışıyor. Boynunda, idam fermanı ile doksan dokuz iç ve dış düşmanla, yoklukla, kıskançlıklarla, olumsuzluklarla savaşan ve ‘’etrak-ı bi idrak’’ diye nitelenen bir toplumdan bir ulus yaratan, ulusunu çağdaş koşullara taşımak için bütün gücünü kullanan bir kişi. Mustafa Kemal’in Nutku okuduğu yıllarda ülke düze çıkmış, her şey süt liman ve Mustafa Kemal her şeye egemen tek adam değil, herkesle, her şeyle boğuşmak zorunda olan bir yalnız adam idi.

Bugünlerde bir kısım Avrupalı, Türklerin IQ’sunun düşük olduğunun ifade ediyor. Bunu kabullenmem mümkün değil ama, Mustafa Kemal Atatürk’e karşı sergilenen tutum ve davranışlar bana bir şeylerimizin düşük olduğunu söylüyor: IQ , vefa, insaf, sağduyu, öngörü, çağdaşlığı kavrayabilmek, inandığı dava yönünde elini taşın altına sokabilme cesareti, sorumluluğu üstlenme dürüstlüğü vs. Ecevit’in şair yönü ile Hintli şairi incelemesi sanatsal bir değer ifade eder, ama yönettiği bir ulusun nereden nereye geldiğini, o ulusu yaratan lideri bilmemesi siyasi bir ayıptır, bazı sorulara, ‘’O konuyu bilmiyorum’’ diyebilme açık yürekliliğine rağmen.