“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur” ilkesini demokratik ülkeler büyük bedeller ödeyerek yaşamlarına geçirdiler, bize bunu Atatürk kazandırdı. Kazanmış olmamız çok büyük bir aşamadır ancak anlamının bilincinde olmaz ve sahip çıkmazsak bu ve benzeri ilkeler kitaplarda yazılı kalır veya sadece bazı kurumlarda süs olarak panolara asılır.
***
“Bizim toplum, kültür bakımından geridir. Bir profesörün oyu ile okuması-yazması olmayan insanların oylarını aynı sandıkta birleştirirseniz elbette demokrasi yürümez” gibi görüşleri-iddiaları yıllardır duyarım. Demokrasimizin aksak yürüdüğü görüşüne tamamen katılıyorum, fakat aksaklığın nedeni konusunda tereddüdüm var. Önce kültür, sonra da demokrasi konusuna değinerek sorunu cevaplamaya çalışacağım.
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’ten alıntılar yaparak, kültürün ne olup, ne olmadığına göz atalım. “Kültür (ya da uygarlık) toplumun bir üyesi olarak insanoğlunun kazandığı bilgi, sanat, ahlak, gelenekler ve benzeri diğer yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir bütündür.”
Amerikalı iki antropolog, “kültür kavramının 164 farklı tanımını’’ derlemişler. Bu derlemeyi eleştiren bir sosyal bilimci, “Bilimsel bir kavramın bu kadar çok tanımı varsa onun tanımlanamayacağını kabul etmek gerekir” demiş.
Soyut bir sözcük olan kültürün bazı tanımları şöyle;
* Kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır.
* Kültür, belli bir toplumun kendisidir.
* Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir.
* Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır.
* Bilim alanındaki kültür: Uygarlıktır.
* Beşeri alandaki kültür: Eğitim sürecinin ürünüdür.
* Estetik alandaki kültür: Güzel sanatlardır.
* Maddi-teknolojik ve biyolojik alanda kültür: Üretme, tarım, ekin, çoğaltma ve yetiştirmedir.
Toplum; ortak yaşamlarını sürdürebilmek, mutluluğu ve maddi zenginliği daha iyiye götürebilmek, etkin bir güvenlik ortamı yaratmak için çaba harcayan, birbirine bağımlı kişilerden oluşan bir grup insandır.
İnsan-Birey; canlılar dünyasının sayıları milyonlara varan türlerinden yalnızca biridir, ama herhangi biri değil. Çünkü insan, kendi ötesinde ‘canlı-üstü’ varlık alanları yaratmış bir canlıdır. İnsan ölümlüdür, ama insanın yarattığı canlı-üstü varlık alanının öncesi ve sonrası yok gibi görünüyor.
Kültür, toplum ve birey-insan arasında çok sıkı ve karmaşık ilişkiler var. Hem birbirlerinin yaratıcısı, hem de birbirlerinin esiri gibi görünmekteler. Kültürün oluşumunda toplumun-bireyin içinde yaşadığı coğrafya-iklim dahil birçok etken vardır ama kültür, doğal koşulların mekanik bir yansıması değil, kendi bağımsız yasalarının denetiminde, özgül, tekil süreçlerin ürünüdür. Kültürel adetleri açıklayabilmek için, çevresel koşuları, psikolojik etkenleri ve tarihsel bağlantıları doğru irdelemek gerekir.
Bir dönem geçerli sayılan veya birileri tarafından öyle sunulmak istenen, “Üstün kültür”, “geri kültür”, “ilkel kültür” gibi terimlere bugün fazla itibar edilmemekte, göreceli olarak, her kültürün kendine özgü bir yanı olduğu kabul edilmektedir
Bu açıklamalardan sonra, “toplumumuzun kültürünün geri olduğunu” söylememiz doğru olmaz. Ancak, bazı toplumların güçlü ve zengin, bazı toplumların ise, tabir hoş olmasa da, sürünmekte olduğu da bir gerçektir. Zenginlik ve güç de kültürün ürünü olduğuna göre, “Üstün kültür”, “geri kültür”, “ilkel kültür” sınıflandırmasına iltifat etmesek bile, zengin, güçlü, fakir toplumların kültürlerini bir şekilde tanımlamamız kaçınılmaz oluyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk toplumuna gösterdiği hedef; “Kültür bakımından çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmaktır.” Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ancak çağdaş kültürle mümkün olabilir. Kültürleri, “üstün”, “geri”, “ilkel” gibi övücü veya aşağılayıcı sıfatlarla tanımlamak doğru olmamakla beraber, çağdaş kültür ve çağdışı kültür diye sınıflandırmak sanırım yerinde olur. Kültürümüzün geri olduğu kompleksinden kurtulalım ama, çağdaş olup olmadığını çekinmeden irdeleyelim. İpek beğenilen bir kumaştır, ama doğa koşullarına karşı dayanıklı olmadığı için ipekli bir kıyafet her ortamda giyilemez. Çağ içinde mücadele ancak çağın koşullarına uyularak verilebilir. Eski değerleri koruyabilmek bile yeni teknolojilere sahip olmakla mümkündür.
Demokrasi çağımızın anlayışına uygun bir yönetim biçimidir, bundan kaçmak çağdışı yaşamak olur. Demokratik ülkelerin sistemlerinde şekil farkları görünse bile özünde demokratlar. Demokratik görünmek isteyen ülkeler şeklen demokratik sisteme benzemekle beraber özünde demokrat değiller. Sistemlerde şekil de önem taşımakla beraber, işin özü her zaman şeklinden daha önemlidir. Demokrasinin özünü içine sindirip toplumsal yaşama geçirmeyen yöneticiler, şekilci bir demokrasi uygulaması ile kendi toplumlarını ve çevrelerini kandırmak amacını gütmektedirler.
* Demokrasinin özü, egemenliğin halk da olmasıdır.
* Demokrasinin özü, halkın iradesinin yönetimde etkili olmasıdır.
* Seçim, halkın iradesinin belirlenmesi için bir araçtır.
* Demokratik irade, sandıktan çıkan sonuç gibi gözükmekle beraber, asıl olan sandığa giren iradedir. Seçime katılanların serbest iradelerini sandığa yansıtmalarının önünde suni engeller varsa, sandığa yansıtılan seçmen iradesi, bazı kural oyunları çarpıtılıyorsa, seçmenin büyük bir bölümü sandık başına gitmiyorsa, sandıktan çıkan sayı demokrasinin özüne uygun olarak halkın iradesini temsil edemez.
Bizdeki son seçimi genel hatları ile irdeleyelim.
Seçim yasaldır fakat sonucu demokratik değildir. Çünkü; fiili oyların sadece yüzde 25’ini alan bir parti TBMM de milli iradenin yüzde 70’leri mertebesinde bir güce sahip olmuştur. Bu durum demokrasinin özüne uygun değildir. Siyasi partiler yasası ve seçim yasası böyle bir sonucu doğuruyorsa, o yasaları düzeltmeye çalışmayan siyasi gücün samimiyetinden söz edilemez. Nüfusumuzun takriben yarısını teşkil eden kadınlarımızın toplumsal yaşamdaki yeri düzeltilmeden halkın iradesi sandığa yansıtılmış olmaz. Seçilenlerin, seçimden hemen sonra “vekil” sıfatını unutup kendisini seçenlere hükmeden bir konuma gelmeleri büyük bir demokrasi kültürü eksikliğidir. Çok yanlış bir anlayış da, seçilenlerin, belli bir süre ve belli yasal yetkilerle donatıldıklarını göz ardı edip, anayasaya, anayasal kurumlara rağmen, seçilmiş oldukları ileri sürerek, kendilerini devletin temel ilkelerini değiştirecek konumda görmeleridir. Anayasada, T. C. Devleti’nin temel ilkelerinden birinin “Laiklik” olduğu belirtilmesine rağmen, Başbakanın, idari yargının bir kararına karşı; “Efendi bu senin görevin değil, buna Diyanet İşleri Başkanlığı karar verir” diyerek, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Osmanlıdaki Şeyhülislamlık gibi, bir fetva makamı pozisyonuna sokmak arzusunu, çekinmeden ifade etmesi anayasa, hukuk devleti ve demokrasi anlayışı bakımından çok tehlikeli davranıştır.
Bu problemleri görmüyor ve bunlara çözüm aramıyorsak bizim çağdaş kriterleri yakaladığımız söylenebilir mi? “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur” ilkesini demokratik ülkeler büyük bedeller ödeyerek yaşamlarına geçirdiler, bize bunu Atatürk kazandırdı. Kazanmış olmamız çok büyük bir aşamadır ancak anlamının bilincinde olmaz ve sahip çıkmazsak bu ve benzeri ilkeler kitaplarda yazılı kalır veya sadece bazı kurumlarda süs olarak panolara asılır.
Her zararın, belli ölçüde, telafisi mümkündür ama giden zamanı geri getirmek mümkün değildir. Çok zaman kaybettik. Buna rağmen zararından neresinden dönsek kardır. Anlayışımızla çağı yakalarsak dünyanın çok farklı olduğunu göreceğiz.
18 Şubat 2006