“Anlamlı anlamsızlıklar”, Yaprak Özer’in, 19 Mart 2006 tarihli Sabah Gazetesi’nin, İşte İnsan ekindeki yazısının başlığı. İlk bakışta, anlamlı bir şey nasıl anlamsız veya tersi anlamsız bir şey nasıl anlamlı olabilir diye akla geliyorsa da, “anlamlı’’ işin bir boyutu, ‘’anlamsızlıklar’’ ise işin karşıt boyutu. Yaprak Özer o yazısında, yakın çevresinden dört tipten söz ediyor. Tiplerden bir tanesi için şöyle yazmış:
“Yaş 70, işe devam. Genç yaşta emekli oldu. O emekliliği kendine hiç yakıştıramadı. Bizim ülkemizde emekliye hayat yok. Birini öldürmek istediğinizde, emekliye ayırın temize havale. Canlı, canlı mezara girmek gibi bir şey. Devlet onu emekli yaptı. O emekliliğe savaş açtı. Bir gün boş durmadı. Emekli olduktan bir süre sonra akademik kariyer diye tutturdu. Allahım ne heyecan. Son zamanlarda ders temposu rahatladı. Kendine de zaman ayırmaya başladı. Arada bir arkadaşlarıyla buluşuyor. Onların yanındayken çok komik… Sanırsınız, 70 değil 17… Çalışmanın onu genç ve dinç tuttuğunu düşünüyoruz. O her işi aynı tempoda yapıyor. Başka türlüsünü bilmiyor. Hep bir yerlere yetişme telaşı yaşıyor.’’
Kısa paragrafta çok yönlü bir konudan söz ediliyor ve önemli bir soruna parmak basılıyor. Birçok insan, yazılanların tümü veya bir bölümüyle kendisini tarif ettiğini söyleyebilir. Haklıdırlar, çünkü aynı veya benzer koşullara maruz kalan çok insan var. Ancak biliyorum ki anlatılan gerçek kişi benim. Yaprak Özer, özlü ifadesinde çok şey söylemiş ama ben biraz daha açmak istedim.
Türkiye, her yönüyle gelişmekte olan bir ülke. Hukuku, prensipleri, devlet felsefesi oturmuş değil. Bir gün yapıp ertesi gün bozuyor veya değiştiriyoruz, sürekli arayış içindeyiz, bir ileri, iki geri gidiyoruz. Mustafa Kemal Atatürk hariç, uzun vadeli planlarla Türkiye’yi çağdaş kültür düzeyine taşımak isteyen bir politikacımız olmadı ki, yapımız doğru temeller üzerine oturtulmuş olsun. Emeklilik politikası da bunlardan birisi. İdeoloji ile fazla ilgisi olmayan, teknik bir konu, ama ona da aklımız ermedi. Bir taraftan, genç insanlar emekli edildi, diğer taraftan, ulufe dağıtır gibi, yedi sülaleye, emekliden yararlanma hakkı verilerek devletin sosyal sigorta sistemi çökertildi. Devlet, verimli insanların hizmetlerinden mahrum bırakıldı, mutsuz-küskün bir insanlar grubu yaratıldı ve devletin kaynakları istismar edildi. Allah bize acısın diyeceğim ama, utanıyorum, Allah’ın işi gücü hep bizi düşünmek mi?
Yaprak Özer’in tarif ettiği tipin, biraz daha açılmış süreci şöyle: 55 yaşında emekli edildim. Fiziki ve fikri bakımdan çok verimli bir konumda idim. Yurt içinde mesleğimin en üstün kurumlarında eğitilmiş, seçilmiş biri olarak, yurt dışında eğitim kurumlarına gönderilip oralarda eğitilmiş, döndüğümde, en üst eğitim kurumumuzda öğretim elemanı olarak görevlendirilmiştim. Yurtiçinde ve yurtdışında, ulusal ve uluslararası kurumlarda görev yapmıştım. Uzun hizmet süremde, ne sözlü ne de yazılı hiçbir uyarı almamış, aksine, yazılı ve sözlü övgülere muhatap olmuştum. Resmi olmayan, fakat saygın kaynaklardan bir üst rütbeye yükseltileceğim ve yurt dışında önemli bir göreve gönderileceğim mesajları gelirken, hiç beklemediğim bir şekilde, “Kadrosuzluk nedeniyle emekli edildiniz’’ tebligatını aldım. Bunun nasıl bir şok olduğunu yaşamayan anlayamaz. Karar yasaldı, ama sadece yasaldı. Yasal olan her kararın hukuka, etik kurallara, insani anlayışa uygun ve devletin yararına olduğunu kimse iddia edemez. Büyük Adam-Ciddi Devlet Adamı odur ki, kararlarının, kendine verilen yetkilerin hudutları içinde olduğu kalkanının arkasına saklanmaz, aynı zamanda, hak, adalet, kamu yararı, kişilerin onuru açısından da doğru olduğuna inanır. Diyelim ki, fazla bir beklenti içine girdim ve yanlış düşündüm, bir insanın gönlünü almak, “bak sen şu noktada yanılıyorsan’’ diyebilmek çok mu zor? En azından, bunca yıllık beraberliğin getirdiği bir vefa borcu değil midir? Yasal olarak, zaten bütün kapılar kapalı, kararlar yargı önünde sorgulanamaz. İşin bir başka boyutu daha var; sizi tanıyan, sizi beğenen, yükselmenizi bekleyen birçok insan, bu emeklilik karşısında, “Vay canına, demek ki bizim bilmediğimiz bir şeyi var, yoksa niye emekli edilsin ki’’ yorumunu yapabiliyor. Siz yükselmekten vazgeçiyorsunuz, yeteneksizlikten emekli edilmeye de razısınız, yeter ki “Acaba nesi vardı?” gibi şüpheli yorumlardan kurtulabilin. Bu sadece benim maruz kaldığım bir olay değil, yüzlerce örneği var. Bu tür haksız, sorumsuz işlemleri yapanları, kendi açımdan Allah’a havale edebilirim, ama, bu tasarrufları ile ülkeyi maddi ve manevi zarara uğrattıkları için affetmem mümkün değil. Bir kişi veya bir kurum, kullanmayacağı şeye yatırım yapar mı? Ya baştan yatırım yapılacak adayı seçerken hata yapılıyor ya da yatırım yapılan değeri kapı önüne koyarken hata yapılıyor.
Ani emeklilikle kendinizi bir anda çok farklı bir ortamda buluyorsunuz. Sizin gözlüğünüz değişiyor, size bakan gözlükler de değişiyor. Çok şeyin size yabancı olduğunu görüyor, çok şeyin sizden uzaklaştığını, yalnızlaştığınızı hissediyor, hatta bire bir yaşıyorsunuz. Medeni ülkelerde de emeklilik var, oralarda da sıkıntılar yaşanıyor, bazı yanlışlar yapılıyor, ama insani boyutu çok farklı. Ülkemizde, benzeri işleme maruz kalan birçok değerli insanın, küsüp köşesine çekildiğini, birilerine sığınıp ezildiğini veya iş hayatına atılıp elinde avucundaki üç kuruşu kaptırdığını biliyorum. Ben, Yaprak Özer’in dediği gibi “emekliliğe savaş açtım’’. Eğer emekliliğim normal gelseydi, onu, ulaşmak için çaba harcadığım mutlu bir aşama sayar, hobilerimle yeni bir hayata başlardım. Ben, sonuçtan çok, o sonucu doğuran anlayışlara ve acımasız uygulamalara savaş açtım. Benim değirmenim taşıma suyla dönmüyordu ki, su kesilince değirmen sussun. Gücüm, benim içimde idi. Mücadeleye karar verdim. Başlangıçta, kiminle mücadele edeceğimi, nereye kadar mücadele edeceğimi tam kestirebilmiş değildim, ama gittiği yere kadar götürmeye kararlıydım. Ülkeye hizmeti, yaşamımın temel felsefesi olarak benimsemişim. Ülkemi ve dış dünyayı çok iyi tanıyorum. Ülkeme hizmet borcumun yanında, kişiliğime düşürülen gölgeyi aydınlatmak da benim görevimdi.
Siyaset, ülkeye hizmet yollarından birisi ve en etkilisidir. O kulvarda bir şeyler yapma arayışına girdim. Dünya görüşüme uygun düşen, mevcut siyasi partilerde nabız yokladım. “Siz çok iyisiniz’’, “Bize sizin gibi insanlar lazım…’’ gibi iltifatlar ettiler ama içten gelen bir samimiyetle, “Aramıza hoş geldin’’ demediler. Koltuklarına bir potansiyel ortak istemiyorlar. Düzgün bir ekiple, yeni bir siyasi birim oluşturma çabalarının içinde yer aldım. Çok da iyi aşamalara geldik ama, para olmadan hiçbir şey olmuyor. Para veren de kendi borusunun öttürülmesini istiyor. Ben o tip değilim.
O kapıyı kapatıp başka bir kapıyı, bilim dünyasının, eğitim alanın kapısını aralamaya çalıştım. Amacım hem kendimi zenginleştirmek hem de ülkenin geleceğinin teminatı olan gençlere katkıda bulunmak idi. İsim söylemeden, Marmara Üniversitesi’nin ve Yeditepe Üniversitesi’nin çok değerli yöneticilerine şükranlarımı sunuyorum. Bana kucak açtılar. Misafir Öğretim Elemanı olarak, Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi Dersi vermem için bana fırsat verdiler. Derse hazırlanmam kolay olmadı. Bu alana bir iddia ile giriyordum ve mutlaka hakkını verebilmeliydim. Zaten kolay ne var ki? Pırıl, pırıl gençlerimiz var, doğrular anlatılınca gözlerinin içi gülüyor, bakışları ile, “Bana güven”, “Bize güven” diyorlar. Bu iletişim yorgunluğumu da alıp götürmekle kalmıyor, beni gençleştiriyor. Onlarda gördüğüm “Azim ve İrade” ülkemin geleceği hakkında bana büyük güven veriyor.
Bu kadarla yetinmedim, Yeditepe Üniversitesi’nde antropoloji dalında doktora yapmaya başladım. Benim geçmiş eğitimim antropoloji tabanlı olmadığı için, antropolojinin lisans, lisansüstü ve doktora derslerinin tümünü almak zorunda kaldım. Tam yirmi bir ders aldım. Kendi dalımda, lisans ve lisansüstü eğitimimde aldığım bazı dersler muafiyet kapsamına giriyordu ama, muaf olmam için o dersleri en fazla üç sene önce almam gerekiyormuş. O nedenle muafiyetten yararlanamadım. Bu bir kural. Uymak zorundaydım, ama şunu düşünmekten de kendimi alamadım. Bu kuralı koyan profesörlerin de, daha önce aldıkları dersleri unutup unutmadıklarını kontrol etmek için, arada bir testten geçirilmeleri gerekir mi? Yaşıma rağmen, üç yıl içinde, çok büyük bir özveri ile, kızımdan daha genç adaylarla beraber, akademik dersleri başarı ile tamamlayıp tez yazma aşamasına geldim. Burası Türkiye, suni engeller bitmiyor ki. Başka statüler için gerekli olabilecek, fakat benim statüm için bir anlamı olduğuna inanmadığım LES (Lisansüstü Eğitim Sınavı) karşıma çıktı. Yılmadım, bu sınava üç defa girdim, fakat istenen puanı tutturamadım. Hem sayısaldan hem de sözelden sorulan soruların, abartmasız, yüzde seksenini yapabiliyorum, ama 160 soru için verilen 180 dakikalık süre bana yetmiyor. Kaçınılmaz doğa kuralı, 70 yaşındaki insanın kafası, 25-35 yaşındaki insanın kafası kadar hızlı çalışmıyor ki. Bunun yanında, ben dış göreve atanmayacağım, ben akademik çizgide doçent vs. olmayacağım. Benim amacım kendimi zenginleştirmek ve gençlere örnek olmak, “yaş yetmiş, iş bitmiş” söylemini çöpe atmak. Soruyorum, LES’in amacını belirleyenler, formatını saptayanlar, bu sınava girenlerin amacını dikkate alarak yapılan işin doğru olup olmadığını hiç araştırdılar mı?
Bunları ne birilerinin beni alkışlaması için, ne de birilerine kendimi acındırmak için yazıyorum. Benim için, ikisinin de gereği yok. Yaprak Özer’in yazısı önemli bir soruna değiniyordu, beni tahrik etti, canlı örnekle biraz daha açmak istedim. Belki, birileri bu konudaki, sorunları çözmek için çaba harcar. Gerçekten, arkadaşlarımın arasında, bazen, “70 değil 17 yaşında gibi oluyorum” ve bundan büyük zevk alıyorum, ama durmadım ve durmayacağım. Büyük işler yapmak iddiasında değilim, ama elimden gelenin en iyisini yaptığımın iddiasındayım ve yapmaya devam etmeye kararlıyım. Bu insanlar da, bu coğrafya da, bu doğa da benim, bizim… Onlar için pişirilen çorbada tuzumun bulunması benim için en büyük mutluluktur.