Kavgalar geçici, barışlar kalıcı olmalıdır. Barış için gerekirse bir bedel de ödenir. “Bu da gelir, bu da geçer” zihniyetinden vazgeçelim. Doğru limana demirleyemezsek, gemi karaya oturacak. Aklımızı kullandığımız taktirde, sorunların altından kalkma azim ve iradesine sahip olduğumuza inanıyorum.
Sıkıcı olmayan, yazarken benim, okurken okuyucularımın zevk alacağı bir konuyu yazmayı istiyorum, ama beceremiyorum. Siyasi, ekonomik, toplumsal problemlerle kuşatılmışız, eğer umursamaz değilsek, o koşullardan sıyrılamıyoruz. Problemlerimiz, adeta, birer toplumsal deprem niteliğinde. Toplumsal depremlerin yarasını sarmak, doğa depremlerinin yarasını sarmaktan daha zor ve daha uzun zaman istiyor. Halbuki, tedbirler doğru alınsa, doğa depremlerinin yıkıcı etkisi azaltılabilir, toplumsal depremler ise, büyük ölçüde, önlenebilir. Aklın baş edemediği tek güç akılsızlıktır. Bunu bir kavrayabilsek, biz dünyaya başka türlü bakacağız, dünya da bizi başka türlü görecek. Yoksulluk, irtica ve bölücülük gibi devasa problemlerimiz baş köşede beklesin, Ekim ayı ortalarında yaşadığımız iki olayı, kısaca irdelemek istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, Fransa, 2001 yılında Ermeni soykırımını kabul eden bir yasa çıkardı. 12 Ekim 2006’da da, henüz yasa kimliği kazanmamış olsa bile, Ermeni soykırımını inkar etmeyi suç sayan bir kararı ulusal meclisinden geçirdi. Birincisinin düşünce özgürlüğü, ikincisinin ifade özgürlüğünü sınırlama kapsamında değerlendirilmesi, işin başka boyutları, iki olay arasında, bizim açımızdan, fark yok. Çünkü, bizi rahatsız eden asıl neden, Ermenilere soykırım uygulamakla suçlanmaktır. Bugüne kadar, 15 veya 16 devlet Türklerin, Ermenilere karşı soykırım uyguladığını kabul etti, bazıları da hazırlık içinde. Fransa, soykırım olmamıştır demeyi suç saymakla bir adım daha ileri gitti. Vurgulamak istediğim husus, Fransa birinci adımı attığı zaman etkin bir tepki gösterebilseydik, büyük bir ihtimalle, Ermeni soykırımını inkar etmeyi suç sayan kararı ulusal meclisinden geçiremezdi. Fransa bizim için ne kadar önemli ise, bizde Fransa için o kadar önemliyiz. İfade özgürlüğünün kısıtlanmasını dile getirmemiz, çağdaş değerleri korumak açısından bir anlam ifade etmekle beraber, biz, Fransa’ya, öncelikle, bu tutumunla benim canımı yakıyorsun, ben de senin canını yakarım, diyebilmeliydik.
Fransa, Cezayir’e karşı suç işlerken, uluslararası ortamda, biz Cezayir’in yanında değil, Fransa’nın yanında yer aldık. Fransa, soykırım olmuştur kararını aldığı ve ülkesinde sayısız soykırım anıtı diktirdiği zaman, inandırıcı bir tarzda, tavrımızı koyabilseydik, belki, sadece Fransa’yı kaybederdik. Bugün Fransa’yı örnek alan ülkeleri de kaybediyoruz. “Fransa şaşırma, sabrımızı taşırma” diye bağırmaktan ileri gitmiyoruz, çünkü çabalarımız, yaptırım amaçlı dışa dönük değil, Türk kamuoyunu uyutma amaçlı içe dönük. O nedenle, Amerikan Büyük Elçisi, Türkiye’de olanlar için “Bunlar kuru gürültü” diyebiliyor. Atatürk dönemi, hariç, dış politikada tutarlı ve kararlı olamadık. Dış politikanın yürütülmesinde güçle beraber, ilkeli ve kararlı olmak da çok önemlidir. Atatürk döneminde Türkiye çok yoksul olmasına rağmen, çok saygındı, çünkü Atatürk yapamayacağını söylemedi, söylediğini de yaptı. Tanzimat Fermanı’nın, Islahat Fermanı’nın, Avrupa Birliği uyum yasalarının hareket noktaları hep aynıdır. Bize, siz uygar değilsiniz, siz çağdaş değilsiniz, diyorlar. Bunların altında elbette onların siyasi ve ekonomik çıkarları var, ama bizim gerçeklerimiz de yok mu? Onların kendi çıkarlarının peşinde koşmaları doğaldır, doğal olmayan, bizim çağdaşlaşmak için başkalarının dürtüsüne ihtiyaç duymamız ve kendi çıkarlarımızı koruma bilincinde olmayışımızdır. Sanki, ‘’kültür olarak, Türk Ulusunu çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak’’ bizim hedefimiz değil.
***
Orhan Pamuk’un kitaplarının tümünü okumadım, edebi yönü hakkında fazla bilgim yok. Bildiğim, Orhan Pamuk’un bazı ifadeleri ki, en önemlisi, “Türkler, bir milyon Ermeni’yi ve otuz bin Kürdü kestiler’’ beyanı ve aldığı Nobel ödülü. İki zıt olay. Orhan Pamuk’un sözlerine hiç katılmadığım gibi, o sözlerin Orhan Pamuk’u küçük düşürdüğüne inanıyorum. Ona tepkimiz, “Orhan Pamuk, dünya çapında üne kavuşmuş bir yazarsın, (Nobel’den önce de birçok uluslar arası ödülün sahibi idi) bu sözünü hangi bilgi ve belgelere dayandırıyorsun? Bunları ortaya koy, biz de öğrenelim’’ olmalıydı. Onu mahkemeye vermek, ona hakaret etmek, ondan çok bizim itibarımızı sarstı. Eğer, ‘bu sözünü belgelerle ispatla’ daveti yapılsaydı, Orhan Pamuk, herhalde, Ermeniler gibi masadan kaçamazdı. Kaçarsa, zaten o anda bitmiş olurdu. Mücadele benzer yöntemlerle yapılırsa, hem daha etkili olur, hem de daha çok kabul görür. Ermeni konusunda, ne kadar haklı olursak olalım, doksan yıldır, etkili bir mücadele vermemiş olmamız büyük hatadır. İnsanlar bildiklerinin doğru olduğunu kabul ederler, aldatıldıklarının farkında bile olmazlar. Haklı olmak yetmiyor, haklılığını anlatmak gerekiyor.
Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü’nü almış olması, dünya çapında, önemli bir olaydır. Bir Türk’ün Nobel Ödülü almış olmasından mutlu olmalıyız. Nobel’de, Oscar’da veya benzer ödüllerin dağıtılmasında, siyasi etkenler, bilinçli kayırmalar, veya masum hatalar olabilir. Orhan Pamuk’a bu ödül verilirken etik ölçülerin dışına çıkılmış olabilir veya olmayabilir, eğer çıkılmış ise, hata bireysel olmaktan ziyade kurumsal bir ayıptır. Orhan Pamuk öyle konuşmasaydı bu ödülü vermezlerdi, yaklaşımı bundan önce verilen Nobel Ödüllerini de şaibeli kılar. Öyle bir kabul içindeysek, Nobel’i niye bu kadar önemsiyoruz ki? Orhan Pamuk’un sözleri ile aldığı ödülü birbirinden ayrıştırıp, her birini kendi kulvarı içinde değerlendirmeliyiz. Türkiye Nobel kazanmış olmanın hazzından mahrum bırakılmamalıdır.
Bu güncel iki olay, toplumu sarsmış, daha kötüsü, gruplara bölmüştür. Farklı düşünmek doğal olmakla beraber, farlılıkları düşünce bazında bırakıp, kavgaya dönüştürmeden, olayları sağlıklı değerlendirip, doğru sonuçlara ulaşmalıyız. Bu iki olayın da kaynağı, doksan sene evvel cereyan etmiş, Ermeni sorunudur. Olayın aslı, Osmanlı’nın, harp içinde düşmanla işbirliği yaparak, Devlete ve Millete ihanet eden, Ermeni tebaasını yaşadıkları bölgelerden başka bölgelere zorunlu göç ettirmiş olmasıdır. Göç sırasında Ermenilerin maruz kaldığı sıkıntılar, onların devlete ve halka verdiği sıkıntıdan daha fazla mı? Belki evet, belki de hayır, tartışılabilir. Ancak, Ermenilerin ihaneti tartışılmaz. İşin özü bu iken, doksan yıldır, bunları hem kendi halkımıza, hem dünya kamuoyuna niye anlatmadık veya anlatamadık. Sorun burada. Bu defterleri tekrar tekrar açanların dürüst davranmadığı, insani görünüp, siyasi çıkar peşinde koştuklarını biliyoruz, ama zamanında bu hesabı görmek bizim görevimizdi. Hesap mutlaka birilerine savaş açarak görülmez, siyaset alanında oynanacak birçok koz var. Aklın rehberliğinde, doğru yöntemlerle, iki toplum arasında, kararlılıkla gereken yapılmalı ve sorun çözülmeliydi. Kavgalar geçici, barışlar kalıcı olmalıdır. Barış için gerekirse bir bedel de ödenir. ‘’Bu da gelir, bu da geçer’’ zihniyetinden vazgeçelim. Kara göründü. Doğru limana demirleyemezsek, gemi karaya oturacak. Aklımızı kullandığımız takdirde, sorunların altından kalkma azim ve iradesine sahip olduğumuza inanıyorum.