TARİHİ YORUMLAMAK

Tarih anlayışı

Genelde, tarih okuyucusunun işi zordur, Türkiye’de daha da zor… Tarih bilinci yeterince oluşmamış… Kitap sayısı az, mevcutların çoğu araştırma ürünü değil, dış kaynaklardan derleme ve eksik… Okuma alışkanlığı az olan ülkemizde, okuma isteğine sahip tarih okuyucusunun gerçeği yansıtan kitabı bulabilmesi ve doğruları öğrenmesi, deveye hendek atlatmaktan daha zor.

Bazı düşünürlerimiz, “tarihimizle yüzleşmek kaçınılmaz”, diye yazıyor, konuşuyor… “Tarihimizle yüzleşmek kaçınılmaz” diyenler aslında, “Tarihinizle yüzleşmezseniz, bu sorunları çözemezsiniz” diyen yabancıların, yerli versiyonudur.

“Yüzleşmek, Bir olayı ileri sürenlerle, inkar eden kimselerin, yüz yüze gelerek, sözlerini tekrarlaması” (TDK-Ankara, 1988). Yüzleşmenin doğru ve gerekli bir davranış olduğunu söyleyebilirim. Gerçek ortaya çıkar, uzlaşılır, hesap görülür ve barışılır… Barış, peşinde koşulması gereken, çok önemli bir hedeftir… Bireyleri, toplumları ve ulusları barıştırma arzusu, teorik olarak, çok saygıdeğer bir davranış olmakla beraber, pratikte, samimi olmayabilir. Yapılan bu “Yüzleşme” çağrıları, sinsi niyetler içeren siyasi bir tutumdur. Bugün, “Ermeni” konusu, yarın başka konular. “Türklerin Anadolu’da ne işleri var?” demeye kadar gidebilirler…

Türkiye ile ilgili sorunlarda, yabancıların değişmeyen amacı, kafalarındaki, asırların ötesinden gelen, tarihi “Şark Sorunu”nun çözümüne katkıda bulunmaktır.

Türkiye, onlar için bir “ötekidir”.

“Tarihimizle yüzleşmek kaçınılmaz” diyen bizimkilerin amacını anlayabilmek güç. Hangi konuda, kendi içimizde mi, yabancılarla mı, pek belli etmiyorlar. Bir kısmının özel niyetleri olduğunu tahmin ediyorum, bir kısmı da çok basite indirgemek olacak ama, entel ve liberal görünme hevesi ile hareket ediyor olabilir.

*

Kültür, düşünce ve davranışlarda çok belirleyici bir etkendir. Bir açıdan kültür, ulusal gücün en önemli unsurudur… Bireysel ve toplumsal davranışlarımızdaki yanlışların en büyük nedeni, çağdaş ortak kültürümüzü oluşturamamış olmamızdır. Kültürün oluşmasında birçok nedenin yanında, özellikle tarih bilgisinin ve tarih bilincinin ayrı bir yeri olduğuna inanıyorum…

Meydan Larousse, tarih için şu tanımları yapıyor:

Tarih: İnsanlık hayatının zaman içinde akışı… Geçmişin, yazılı belgelere dayanılarak, bilinen kısmı… Geçmişi, gerçeğe uygun olarak ortaya çıkarmayı amaçlayan anlatı… Evrensel tarihin herhangi bir bölümünü ele alan anlatı… Bir konuyu geçmişi ve gelişimi içinde inceleyen anlatı… Bir şeyin oluşması beklenen zaman…

Günlük hayatta, ortak anlayışa göre, tarih; ne zaman, nerede, ne olmuş, nasıl olmuş, kim yapmış, sebebi ne idi, sonucu ne oldu gibi soruların cevabını veren yazılı metinlerdir. Benim düşünceme göre tarih; evrenin ve evrende mevcut, canlı, cansız, bildiğimiz veya bilmediğimiz her şeyin yazılmış veya yazılmamış oluşumudur. Yazılı metinlerden ve arkeolojik buluntulardan öğrendiklerimiz, bu sınırsız oluşumun küçük bir bölümüdür. Yazılanlar, tarihin, bir bölümünü kapsayan belgelerdir. Tarih, oluşumun kendisidir.

Basit bir örnek: Bir insanın tarihi, onun ana rahmine düşmesinden, ölümüne kadar geçen süreç içindeki oluşumu, gelişimi, değişimi, yani, tüm yaşamıdır. Teknolojisi çok gelişmiş ülkelerin, çok bilinçli ailelerinde bile tutulan kayıtlar ve bilinenler insanın tüm oluşumunun çok küçük bir parçasıdır. Yaşam, görülüp de yazılmayan veya görülemediği için yazılmayan, uzun bir süreçtir. O süreç kişinin tarihi, tutulan kayıtlar da o tarihin belgeleridir.

Bir kısım uzmanlar hariç, insanların büyük bir bölümü, doğanın oluşum tarihi ile değil, toplumsal olayların oluşumunun tarihi ile ilgileniyorlar… Nasıl algılarsak algılayalım, tarih, üstü örtülü gerçekler kümesidir. Örtüyü kaldırıp, gerçekleri insanlığın yararlanmasına sunan tarihçidir. Yazılı tarih, tarihçi ve tarih okuyucusu, gerçeğin peşinde koşan, toplumsal kültürün oluşmasına büyük katkısı olan bir ekiptir. Yazılı tarihin, tarihçinin, tarih okuyucusunun, kendine özgü, nitelikleri olmalı.

Yazılı tarihin, vazgeçilemeyecek, temel niteliği, gerçeğe uygun olmasıdır. Oluşum, nasıl oluşmuşsa yazılı tarih onu değiştirmeden, çarpıtmadan, olduğu gibi yansıtmalıdır. Hiçbir nedenle, yazılı tarihin gerçeği yansıtması engellenmemeli. Toplum yararı önemlidir, korunmalıdır, ama yalan söyleyerek değil, kabul edilebilir, akılcı yöntemlerle. Gerçekleri yansıtmayan yazılı tarih bir yalancı şahittir.

Tarihçi, bilgili, çalışkan ve dürüst olmalıdır…

Hakim, suçu ve suçluyu nasıl hukuki ve vicdani bir sorumluluk içinde belirliyorsa, tarihçi de oluşumun gerçeklerini, ilmi ve vicdani bir sorumluluk ile belirlemeli ve yansıtmalıdır. Sağlıklı bir tarih yazmak için olayın bütün boyutlarını kapsayan belgelere ulaşmak gerekir. Pratikte bunu sağlamak, imkansız denecek kadar zordur, çünkü belgeler bir yerde derli toplu olmadığı gibi bazı belgeler de siyasi veya çıkar amaçlı olarak gizlenmiş veya çarpıtılmıştır.

Tarihçi bilgili olmaz ise ne aradığını, nerede arayacağını, bulduğunu nasıl değerlendireceğini bilemez…

Tarihçi çalışkan olmaz ise araştırma peşinde koşmaz, az bilgi ile yetinir, eksik bilgi ile eksik bir tarih yazar…

Tarihçi, dürüst, yansız ve objektif olmaz ise siyasi ve ideolojik amaçları doğrultusunda, bir yalancı şahit yaratır.

Bir örnek… Polemik konusu olmasın diye isim yazmıyorum…

Kağıdı, baskısı güzel, bir vakıf desteğinde, çok zeki olduğu söylenen bir profesör tarafından, fetva türünde yazılmış bir tarih kitabı…

Öğrenci soruyor, “Hocam, derler ki, matbaa, Osmanlı’ya, icadından 240-250 sene sonra gelmiş, doğru mu?”

El cevap, “Haşa… Matbaa, icadından 30 sene sonra, Avrupa’nın bazı ülkelerinde yok iken, bir Osmanlı ülkesi olan Selanik ve İzmir’de vardı.”

Bu ifadede maddi hata olmayabilir, fakat çok büyük bir aldatmaca ve çarpıtma var. Çünkü sorun, coğrafi olarak, Osmanlı ülkesinde matbaanın bulunup bulunmaması değil, sorun Osmanlı’nın ana unsurunun, matbaayı kullanmasına ne zaman izin verildiğidir. Selanik ve İzmir’deki matbaaları kimlerin kullandığı da ayrı bir konu. Yazarın bunları bilmemesi mümkün değil!

Genelde, tarih okuyucusunun işi zordur, Türkiye’de daha da zor… Tarih bilinci yeterince oluşmamış… Kitap sayısı az, mevcutların çoğu araştırma ürünü değil, dış kaynaklardan derleme ve eksik… Okuma alışkanlığı az olan ülkemizde, okuma isteğine sahip tarih okuyucusunun gerçeği yansıtan kitabı bulabilmesi ve doğruları öğrenmesi, deveye hendek atlatmaktan daha zor.

Tarihi seven, önemine inanan ve okuyan birisi olarak, okuyup öğrendikçe yazılı tarihin doğruluğuna olan güvenim azalıyor…

Tarihi doğru anlamanın, bir ön koşulu da, hem yazanın hem de okuyanın, olayları cereyan ettikleri koşullar içinde değerlendirebilmeleridir.

Yazılı tarih, kişinin, ailenin, toplumun, ulusun geçmişinin aynasıdır. Geçmişi öğrenmek, insan doğasının kaçınılmaz bir arzusu, aynı zamanda bir ihtiyacıdır. Geçmişte yaşanmış, hatıralar, zevkler, acılar, tecrübeler, kazançlar ve kayıplar vardır. Geçmişteki güzellikler, iyilikler, doğrular ve başarılar, birey ve toplum için bir övünme, bunların aksi de bir hayıflanma ve dövünme nedenidir… Geçmişi bilmeden yaşanan dönem değerlendirilemez ve gelecek planlanamaz…

“Tarihle yüzleşmek”, geçmişle hesaplaşmak demektir. Hesaplaşmanın özünde alacaklar ve diyetler vardır. Kendini ve çevresini, tam ve doğru olarak tanımayanın, geçmişle hesaplaşmaya kalkması hüsran olabilir.

*

Yukarıdaki değerlendirmelerin ışığında kendimize bir göz atalım…

Eksiklerimiz, yanlışlarımız ve çelişkilerimiz var… Bunlar, dışa karşı bir zayıflık, içeride, birbirimizi anlayabilmemizin, kucaklaşabilmemizin önünde büyük bir engeldir.

Eksiklerimizin, yanlışlarımızın, çelişkilerimizin en önemli nedeni, çağdaş bir anlayışla, toplumsal / ulusal kültürümüzü oluşturamamış olmamızdır.

Toplumun bir bölümü güneye, bir bölümü doğuya, bir bölümü batıya yönelmiş, ülkeyi seçtikleri istikametlere sürüklüyorlar. Geri kalanlar ya iki cami arasında, kafası karışık ya da olanların hiç farkında değil… Böyle bir ortamda görüş, anlayış, düşünce, kültür, hedef birliği olabilir mi?

Dünyanın gelişmiş devletleri / ulusları, yapılarındaki ayrılıkları, çağdaş bir anlayışla, yok edip parçalardan bir bütün oluştururken, biz çağdışı bir anlayışla ayrılıklar, farklılıklar yaratıp bütünü parçalıyoruz… Bindiği dalı kesmek, akılla izah edilebilir mi? Bir taraftan, yüzlerce yıllık, ulus ve devlet geleneğine sahip olduğumuzu iddia ederken, diğer taraftan 21. yy’da, rejim ve kimlik tartışması yapıyorsak, kız çocuklarını okula göndermemeyi bir inanç ve örf meşru nedeni sayıyorsak, okula gönderdiğimiz kızları, inanç özgürlüğü ve bireysel hak maskesi altında amaçlarımızın aleti militanlar yapıyorsak, başka bir şey söylemeye hacet yok, nerede olduğumuz belli, ama gene de çelişkilerimizden bazı örnekler…

“Türk”, tarihi ve kültürel bir kavramdır, kazanılmış ortak değerlerin bir ifadesidir, bir insan tipidir, bir aidiyettir diyenler var…

“Türk”, Türk anadan ve Türk babadan doğandır’’ diyenler var…

İslam, aklın egemen olduğu bir dindir… Tanrı ile kul arasında bir aracıya ihtiyaç yoktur… Sorumluluk bireyseldir… Yargılamayı Allah yapar… Yaşanan İslam, büyük ölçüde Arap kültürünün etkisi altındadır diyenler var…

İslam’da aklın yeri yoktur, “nakiller” esastır, içtihat kapısı kapalıdır, geçmişte ne söylenmiş, ne yapılmış ise İslam odur, diyenler var…

Bunu söyleyenler, kendini İslam’ın sahibi sayan yapay ruhban sınıfı ve onların güttüğü kesimlerdir. Bunlar, İslam’ın evrensel karakterini göz ardı etmekte, 1400 yıl önce, Arap coğrafyasının bir bölümündeki anlayışı ve uygulamayı, 21. yüzyılda İslam’ın bulunduğu tüm coğrafyalarda yaşatmak istemekteler…

Çağdaşlık, aklı, düşünce ve inanç özgürlüğünü, yaşam hakkını, pozitif ilmi de kapsayan vazgeçilmez değerlerdir, diyenler var…

Bunların aksini savunanlar var…

Demokrasinin özü, halkın iradesinin, çağdaş, demokratik normlar içinde, devlet yönetimine yansıması, devletin kuruluş felsefesinin, anayasanın (toplumsal sözleşme) ve azınlık haklarının mutlaka korunmasıdır, diyenler var… Demokrasi, çoğunluğun egemenliğidir, çoğunluk isterse devleti yeniden şekillendirir, demokrasi bir amaç değil, bir araçtır, demokrasi trenine biner, amacına uygun istasyonda inersin, diyenler var…

Anayasa, devletin kuruluş felsefesine ve çağdaş normlara göre hazırlanmış, toplumsal bir sözleşmedir, sahibi ulustur, ulusun yetki verip görevlendirdiği güçler ve kurumlar, anayasaya kesinlikle uymak zorundadır, diyenler var… Kendisinin tayin ettiği çoğunluğa dayanarak, tüzük değiştirir gibi anayasayı değiştirmek isteyenler, vakıf senedine duyduğu saygıyı, anayasaya duymayanlar var…

Ulus, aynı coğrafyada yaşayan, tarihi ve kültürel değerleri birbirine benzeyen, müreffeh bir yaşam ve güvenli bir gelecek için yazılı ve ahdi sözleşmeyi benimsemiş bir insan topluluğudur, diyenler var.

Ulus, aynı etnik yapıdan gelen insan topluluğudur, diyenler var.

Ulus yok, ümmet var, Ulus devletler tarihe karıştı, diyenler var.

Laiklik, tek kelime ile özgürlüktür… Laiklik, kesinlikle dinsizlik değildir… Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin hukuk sisteminde din kurallarına kesinlikle yer verilmemesi, bireylerin inanç ve ibadet özgürlüğüne sahip olması, devletin, her insana eşit mesafede durması, çoğunluk inancının azınlık inançlara baskı yapmasını önlemesi, çağdaş normlardan ayrılmaması gerekir, diyenler var…

Laiklik, dinsizliktir, devlet laik olur, bireyler laik olamaz, diyenler var.

“İnanç özgürlüğü”, “bireysel hak” gibi çağdaş kavramları alet ederek, dini kuralları devlette egemen kılmaya çalışanlar, var…

Özgürlük, insanların vazgeçilmez bir hakkıdır, çağdaş bir değerdir, mümkün olduğu kadar geniş ölçüde kullanılmalıdır, ama özel durumlarda, yasa ile sınırlandırılabilir, diyenler var.

“Anayasada belirlenmiş, devletin temel nitelikleri bile, bireysel özgürlükleri engelleyemez”, diyen biri var… Bunu söyleyen, sıradan bir vatandaş olsa kulak tıkanabilir ama devletin anayasal bir kurumunun başına getirilmiş bir profesör olunca, bütün değerler alt üst oluyor…

Örnekleri çoğaltmak mümkün… Temel konulardaki çelişkilere rağmen hala ayakta olmamız, dayanma gücümüzü henüz yitirmediğimizi gösterir ama nereye ve ne zamana kadar?

Osmanlı veziri, bir yabancı diplomata, “Şu Osmanlı ne kadar güçlü imiş… Bunca yıldır, siz dışarıdan biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz, hala yıkılmadı’’ der… Yazık ki, sonunda yıkıldı.

Atatürk tarih çalışması başlattı, Tarih Kurumu oluşturdu. Önce, kurumun çalışması engellendi, sonra da bozulmuş diye yapısı değiştirildi… Bunu kim yaptı veya kim yaptırdı?

Türklerin, hep önü kesilip ona fırsat vermemeye çalışılmıştır. Türklerin nesinden korkuyorlar? Atatürk, “Türk milleti zekidir, çalışkandır…” diyor. Belki de, Türklerin aklından korkuyorlar? Türklerin aklından şüphe etmiyorum ama, akıllı Türklerin, neden oynanan oyunları görüp doğru önlemleri almak yerine ülkeyi farklı istikametlere sürükleyip paramparça ettiklerini anlamakta zorlanıyorum. Herhalde, Türklerde çok akıl var ve herkes kendi aklını beğendiği için doğru ortak akılda birleşemiyorlar.

“Böl ve yönet” ilkesi, Türkler için geliştirilmiş olmasın? Yabancı bir devlet tarafından, haritadan silinmiş bir Türk devleti hatırlamıyorum. Genellikle yabancılar parçalamışlar, parçalanan Türkler de birbirinin canına okumuşlar.

Tarihle yüzleşmekten korkmak istemiyorum… İç barışın sağlanması, dış ilişkilerin sağlıklı bir zemine oturtulması için gerekiyorsa tarihle yüzleşmeli. Sorun var ise, yok sayılarak bir yere varılamaz. Sorun var ise, başkalarının merhametine sığınılarak çözülemez.

Sorun, kendisini, çevresini çok iyi tanıyarak, aklı kullanarak, kendine güvenerek gerekiyorsa, bedel ödemeyi göze alarak çözülebilir.

Tarih bir bütündür, mümkün olduğu kadar bütünü öğrenmeye çaba sarf etmeli, fakat pratikte çok zor… O zaman, seçici olup, önemli olayları anlamaya çalışmalı. Başımıza gelenleri daha iyi anlayabilmek için, en azından, aşağıda sıraladığım konuların doğru öğrenilmesine ve bazı soruların doğru cevabının bulunmasına çalışılmasını öneriyorum…

– Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Genç Osman ve 2. Abdülhamit’in kişilikleri, dönemleri, yaptıkları işler, izledikleri yöntemler.

– Yeniçeriler niye muhteşemdi, niye kötü oldular veya kötü duruma düşürüldüler. Kavga içinde başka hangi nedenler vardı.

– Nakşibendilerin, Osmanlı’da, devleti ele geçirme mücadelesinin aşamaları ve günümüzdeki konumları…

– Osmanlı parası ile kurulan, Tophane’deki çağının ileri teknolojisine sahip rasathanenin, niçin Osmanlı donanma topçusu tarafından yerle bir edildiğini…

– Balkanların parçalanması, Girit’in kaybedilmesi, 1897 Osmanlı-Yunan Harbi, iç ve dış boyutları ile,

– Osmanlı’nın, 1. Dünya Harbi’ne girişi ve harbin yönetimi, iç ve dış boyutları ile…

Mustafa Kemal Atatürk’ün, bağımsızlık savaşı ve devrim mücadelesi, özellikle içte, kimlere karşı mücadele verdiğini…

Osmanlı dönemi dahil, Atatürk döneminde ve yaşadığımız ortamda, yenilikçilerin, çağdaş kriterleri benimseyenlerin mücadele ettiği, kılık değiştirse bile özü hiç değişmeyen, etken/düşünce/tehdit nedir, nereden desteklenir, kimleri kullanır, kimleri sömürür… Bir ülke için, görünen dış tehdit mi, yoksa, dost görünümünde, yapıyı içten kemiren tehdit mi daha büyük sorundur?

Bu konuları incelemekten maksat, birilerini mahkum etmek değil, görmek, tanımak, ders almak, aynı çamura birden fazla düşmenin önüne geçmektir…

Bu konuları, tam ve doğru olarak öğrenip, ibret olarak benliğimize kazımadan, ne dünümüzü tanıyabilir, ne de bugünümüzü değerlendirebiliriz… Dolayısı ile geleceği de planlayamayız.

Yalanlarla, masallarla, hamasetle, dogmalarla beslenenler aldanmaya, aldatılmaya, mahkumdurlar.

Geleceğimizin güvencesi, gerçek Atatürkçü düşünce ve onun takipçisi, aklını ve özgür iradesini kullanan, bilimi rehber edinmiş, aldatılamayan, gerçek Atatürkçü gençlerdir.

Mart 2008