“Açılım” projesini çok önemsiyorum çünkü hem beklentilerim hem de korkularım var.
Türkiye, siyasi yaşamının çok riskli bir sürecine girdi. Sonucu tahmin ve tasavvur edebilmek çok zor. Türkiye’yi bu sürece sokanların, ne kadar bilinçli, hesaplı, kitaplı olduğunu ve neden bu dönemi seçtiklerini bilemem ama büyük çoğunluğun, bu sürece hazırlıksız, belirsizlik ve bilgisizlik içinde girdiğinden hiç şüphem yok. Türkiye ateşle oynamaya başladı. Sanki devlet, yeniden yapılandırılacak veya devletin kuruluş felsefesinde köklü değişiklikler yapılacak. Dilerim ki, Türkiye bu süreçten, yüzünün akı ile çıkar, oyuna gelmez, akıllı, bilgili, birikimli olduğunu bir daha kanıtlar.
Ateş, tabi tutulduğu şeyi olgunlaştırıp, tatlandırıp, güçlendirip yararlı hale getirdiği gibi, yakıp, kömürleştirip, kansere neden olan zararlı bir hale de getirebilir. Bu iki zıt sonucun nedenini ateşte değil, ateşle oynayanda aramak gerekir, ateşle çeliğe su da verilir, ev de yakılır. Siyaset de bir ateştir. Siyaset, kullananın basiretine göre ülkeleri cennet de yapabilir, felaketini de hazırlayabilir. Toplum olarak, unutma hassamız güçlü olmakla beraber, gene de felaket örneklerini kendi tarihimizden kolayca hatırlayabiliriz. Birinci Dünya Harbi’nin öncesinde, ülkeyi babalarının çiftliği sanan basiretsiz politikacılar, harbin sonunda tam bir viraneye döndürdükleri ülkeyi işbirliği yaptıkları yabancı güçlerin gemileriyle terk ettiler.
“Açılım” diye başlatılan bu yaşamsal süreçte, o kadar çok pozitif ve negatif etkenler var ki, bırakalım siyasetini yürütmeyi, bu konuda yazı yazmak, görüş bildirmek bile çok zor. Ancak, dönüşü olmayan bir sürece girilmiştir, bu süreçten yararlanmak, hiç olmazsa büyük yaralar almadan çıkmak için herkes elinden gelen çabayı sarf etmelidir. Projeye şartsız destek verecek veya karşı çıkacak önyargılı grupları değiştiremeyiz, fakat geride kalanların, duyarsız kalmayıp, bilgi ve birikimleriyle uyarıda bulunup olayı pozitif katkıda bulunmalarının mümkün olduğunu vurgulamak isterim. Bu aşamadan sonra, projenin ertelenmesi, engellenmesi veya sorunun üstünün örtülmesi yanlış olur, projeyi hatalarından arındırıp yararlı bir sonuca ulaştırmalıyız.
Projenin amacını ve içeriğini bilmediğim için belli bir tavrı takınmam mümkün değil. Tespitlerimi, ihtimallere dayanan bazı endişelerimi dile getirerek, projenin başarısına katkıda bulunmaya çalışacağım. Konu çok hassas, bilmediğim birçok etken var, maddi hata yapmam mümkün ve hatadan dönmeyi fazilet sayarım, ancak niyetimin, amacımın; bireyin, ulusun ve devletin çıkarları doğrultusunda olduğundan çok eminim.
GÖRÜŞLERİMİ ORTAYA KOYARKEN, HİÇBİR KİŞİ VEYA KURUMU ELEŞTİRMEK VE SUÇLAMAK GİBİ BİR KASTIM VE AMACIM KESİNLİKLE YOK. YAŞANMIŞ BAZI NİYET VE UYGULAMALARDAN HAREKETLE OLABİLİRLİKLİKLERİ VE İHTİMALLERİ DİLE GETİRECEĞİM. EĞER, KİŞİLER VEYA KESİMLER, KENDİLERİNİ O İHTİMALİN SAHİBİ VEYA DESTEKÇİSİ KABUL EDİYORLARSA ELBETTE ONLARIN KARŞISINDAYIM.
“Bu ülke benim, bu devlet benim” diyen herkesin, özellikle aydınların ve devlet tecrübesi olanların, bu projenin selameti için bilgi ve birikimlerine dayalı görüşlerini açıklamalarının çok önemli olduğuna inanıyorum. Bunu yapmayanların, daha sonra yanlış yapanları suçlamaya hakkı olamaz.
Bu süreçte, en büyük sorumluluk, siyasi iradeyi ellerinde bulunduranlarındır. Başarılı olurlarsa, devlete ve ulusa hizmet etmenin onurunu taşıyacaklar, başarısız olurlarsa ulus onları hiçbir zaman affetmeyecek, torunları bile onlardan utanacaktır. Ülkemizde bunun örnekleri var: “Dedesi, koruk yemiş, torununun dişi kamaşmış!”
TESPİTLER:
“Açılım” projesinin ismi de içeriği de bilinmiyor, kafalar çok karışık. “Açılım” soyut bir kavram. Neyin açılımı, nereye açılım, ne kadar açılım? Açılımı yürüten siyasi yetkililerin bazıları, “Kürt Açılımı”, bazıları da “Demokratik Açılım” diyor. Süreci koordine eden bakan, kafamızda hiçbir düşünce yok, sadece görüş alıyoruz gibi demeçler veriyor. Büyük bir belirsizlik var. Bir üzüm bağına doğru gidiyorlar, ama amaçları üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi belli değil. Amacın üzüm yemek olduğu belli olsa, belki de bir salkım üzümü, bağcı kendisi sunacak. Bağcı belki de kendisini dövmeye geliyorlar endişesiyle, elinde sopayla onları bekliyor. Türkiye’deki büyük çoğunluğun durumu da bağcıya benziyor. Benim yazacaklarımın çoğu, belki de düşünülmüyor ama bilmiyorum ki, ya düşünülüyorsa ya yapılırsa. Sütten ağzı yananların, yoğurdu üfleyerek yemeleri çok doğaldır.
Belirsizliğin büyük hatası, daha ilk basamakta, iktidarla muhalefetin birbirlerini itham etmelerine neden olmuştur. Bu tür konularda, siyasi sorumluluk taşımayan düşünce kuruluşları, fikir üretmek için kendi görüşlerini ortaya koymadan, sadece sorunu belirleyip, görüş alış verişinde bulunabilirler. Siyasi sorumluluk taşıyan iktidar, böyle bir yola girmemeliydi. Her türlü bilgi iktidarın elinde, kırmızı çizgileri çizme yetkisi ve sorumluluğu da onun. Belirsizlik, sadece şüpheleri tetiklemedi, özellikle art niyetli kesimlerin, hiç olmayacak ihtimalleri meşru tartışma konusuymuş gibi ortaya atmalarına fırsat verdi ve kafaların çok karışmasına yol açtı. İktidar, devleti yöneten, meşru, yetkili ve sorumlu bir güçtür, çalışmalarını yaptıktan sonra bir kısım gizli bilgileri kendine saklayarak, ulusa, devletin resmi kurumlarına, sivil toplum örgütlerine, bilim kurumlarına şöyle seslenmeliydi: Amacım şu, konunun boyutları şöyle, atılması düşünülen adımlar şunlar, bu projeyi toplumsal uzlaşıyla gerçekleştirmek istiyorum. Projeye destek verilmesini, varsa farklı düşüncelerin ortaya konulmasını bekliyorum. O zaman, siyasi partilerin, kurumların, benim gibi kişilerin, belki de hiç olmayacak ihtimaller üzerinde konuşmalarına gerek kalmazdı.
Sayın Cumhurbaşkanının, böyle önemli bir konuya dahil olması çok doğaldır. Hatta, kapsamlı bir uzlaşma gerektiren bu konuda, toplumun kilit kurum ve kuruluşlarını, özellikle siyasi iradenin unsurlarını bir araya getirilmesi bakımından gereklidir. Ancak, Cumhurbaşkanlığı makamının yasalarda belirtilen statüsü, ulusun kültüründeki yeri ve saygınlığı, Sayın Cumhurbaşkanı tarafından da önemle ve özenle dikkate alınmalıdır. Devlette süreklilik kaçınılmaz bir koşuldur. Devletin, “Güroymak” diye isimlendirdiği ilçenin eski ismini yöre halkının içinde Norşin (veya Nurşin) diye telaffuz ederek süreci başlatmasının, Cumhurbaşkanlığı makamının değerleri ile bağdaşmadığını düşünüyorum. Yer isimlerinin değiştirilmesi konusunun doğru veya yanlışlığından söz etmiyorum, o ayrı bir konu. Sayın Cumhurbaşkanı, bunun yanlış olduğunu düşünüyorsa, düzeltilmesi için yetkili kademeleri farklı bir yöntemle harekete geçirebilirdi. Sayın Cumhurbaşkanı, Devleti temsil eden tek kişidir. Bir partinin politikacısı gibi yöre halkının hassas olduğu bir konuda halkı tahrik edercesine, devleti halka şikayet etmemeliydi.
Çok büyük bir fırsat yakalandığı, bunun heba edilmemesi gerektiği söylendi, ama bu fırsatın ne olduğu açıklanmayınca, siyasi partiler, medya, sivil toplum örgütleri, bazı kişiler çok farklı yorumlar yaptılar, bu da insanların aklına, bunun arkasında başka şeyler var, şüphesini getirdi. Söylemler ve yapılan yorumlar, birbirinin zıddını ifade ediyor, bunlardan birisi doğru ise öteki mutlaka yalan. Hangisi, doğru, hangisi yalan? İç ve dış şeytanların cirit attığı bir ortamda, vatandaş kime inanacak? İktidarın, muhalefetin, medyanın, sivil toplum örgütlerinin, bilim kurumlarının, aydınların, ülkeye ve devlete yapacakları en büyük kötülük, böyle yaşamsal bir konuda ikili oynamaları, özleri ile sözlerinin bir olmamasıdır. İyi niyetli olarak, farklı düşüncelerin ifade edilmesi ne kadar doğal ve gerekliyse art niyetlerle topluma yalan söylenmesi o kadar çirkindir, sakıncalıdır.
Bir profesör diyor ki; “Her şeyden önce, bir referandum yapılıp halka sorulsun bakalım, “Türkler ve Kürtler bir arada yaşamak istiyorlar mı?” O, sonuca göre projenin içeriği üzerinde çalışılsın.” Sıradan bir kişinin sözü olsa “böyle görüş olmaz” diye gülünüp geçilir, ama bir profesör söyleyince insan düşünüyor. Teknik olarak ve anayasamıza göre böyle bir referandum yapılabilir mi? Varsayalım ki referandum yapıldı ve sonuç ‘birlikte yaşamak istemiyoruz’ çıktı. Bu sonuca göre, profesörün çözümü ne olacak? Kürt halkına, “madem beraber yaşamak istemiyorsunuz ülkeyi terk edin” mi denecek? Yoksa Güneydoğuyu sana verdim, Türkiye’nin diğer bölgelerindeki (Örneğin, İstanbul, İzmir, Mersin, Adana, Bursa) Kürtleri de topla git, o bölgede yaşa mı denecek? Böyle bir bilimsellik, böyle bir mantık, böyle bir devlet anlayışı olabilir mi? Devlet ticari bir şirket mi ki, istenildiğinde ortaklıktan çekilinsin? Dünyaya demokrasi ve insan hakları dersi veren ABD’nin iç savaşının nedeni ne idi? İsim zikretmiyorum, bugün ABD’nin bir eyaleti, “Meksika ile birleşmek istiyorum” diye irade beyan etse, ABD ona, “yolun açık olsun, güle güle git” mi diyecek? Başka ülkelerde ‘kendi kaderini tayin’ (Self determination) hakkını ileri süren süper güçlerin, bu hakkı kendi ülkelerinde tanıyacağını düşünmek, saflıktan da ötedir. Bu tür tezleri ileri sürenler var, ama onlar ayrılıkçı olduklarını gizlemiyorlar, acaba profesör de ayrılıkçı mı, yoksa çok entel görünmek hevesinde mi? Aydınlanmamış entellerimiz de, bir başka sorunumuz!
Dünyada ve Türkiye’de “Türk” kavramına alerji duyanlar var. Türkiye’de “Türk” kavramından kurtulmak için çaba harcayanlar var. Sen, “Ne mutlu Türküm diyene” dersen, o da ‘’Ne mutlu Kürdüm diyene’’ der sözünü ilk söyleyen, sanırım partisi en az üç defa kapatılan bir siyasi parti lideriydi. Daha sonra, “Türk” ve “Türklük” kavramlarından kurtulmak isteyenlerin sayısı arttı. Yunanistan bile, Batı Trakya Türkleri için “Onlar Türk değil, Müslümanlaşmış başka kavimlerdir” iddiasında. Bazı kesimler Türk’ten korkuyor ve Türkleri, kimliklerinden uzaklaştırmak için her türlü şeytanca yollara baş vuruyorlar. Bir dönemden sonra, Osmanlı da Türk’ten hoşlanmamaya, onlara ‘’Etrak-ı biidrak’’, Araplara da “Kavmi Necip’’ demeye başladı. Türklere, Türk olduklarını öğreten Türklükleriyle gurur duymalarını öğütleyen Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk, ‘’Türk, övün, çalış, güven’’ dedi. Seni hor görenlere aldırma, Türk olmakla övün, ama önce ‘’Çalış’’ sonra da kendine ‘’Güven’’, benliğini kaybetme, dedi. Türklükte bir cevher var ki, Çin’e girdi, Roma’ya kadar uzandı, Hindistan’da devlet kurdu, Orta Doğu’ya, Balkanlar’a egemen oldu. Fakat Türklükte bir eksiklik de olmalı ki, egemen olduğu bölgeleri elinde tutamadı, hatta benliğini koruyamadı, onların içinde eridi. Belki, yazılı kültürleri zayıf olduğu için gittikleri yerlere taşıyamadılar, onların kültürlerinin etkisi altına girdiler veya kandırılmaya çok müsait olduklarından aldatıldılar. Yabancı, Türkü başka türlü durduramadığı için onu bölmek ve eritmek yolunu seçmiştir. Çinli de, Avrupalı da, Arap da aynı yöntemi izlemiştir. Son zamanlarda, Türk kimliğinin ve Türk Ulusu kavramının İslam içinde eritilip, ümmete dönüştürülmesi, Batı’nın, Arap’ın ve içteki bir kesimin ortak hedefi olmuştur. Hepsinin ortak düşmanı, Türklük ve onun mimarı Atatürk’tür. Son tezleri şu; Türkiye’de birçok etnik grup var. T.C. vatandaşlarına “Türk” demek, ırkçılık, ayrımcılık yapmak, ötekileri yok saymak oluyor, o nedenle ‘’Türk’’ yerine ‘’Türkiyeli’’ diyelim. ‘’Türkiyeli’’ kavramı bir basamak, sonra ‘’Türkiyeli’’ isminden de kurtulmaya çalışacaklar. Diyecekler ki, o coğrafyaya ‘’Türkiye’’ ismini Batılılar koydular, bölgenin orijinal isim Anadolu’dur, orada Kürtler de Ermeniler de var orijinal isme dönelim, ülkenin ismi Anadolu, Devletin ismi Anadolu Cumhuriyeti olsun. Bu da yetmeyecek, son aşamada, bu kadar etnik grup birbirinden kopuk bir arada yaşayamazlar, bunların çok büyük bir bölümü Müslüman, onları İslam ortak paydasında birleştirelim, devletin ismi “Anadolu İslam Cumhuriyeti” olsun diyecekler. Kulağa ne kadar hoş geliyor, duygulara ne güzel hitap ediyor. Bu düşünce, Türkiye’de ‘’Ilımlı İslam’ı’’ yerleştirmek isteyen iç ve dış odakların hedefi ile de çok güzel uyuşuyor. Korkulu rüyaları, Türk’ten ve Türklükten kurtulmak için, Türkiye’yi, İslam coğrafyasının içinde, Türkleri de, çağdaş uygarlıktan uzaklaştırıp “Arap İslam Ümmeti’nin’’ içinde eritmeyi amaç edinmişler. Son günlerde, İran bile Türkiye’yi ortak hareket etmeye çağırıyor. Ne dolaplar döndüğünü anlayabilene aşk olsun! Benim korkum, bu projenin bilerek veya bilmeyerek, bu olasılıkların bir parçası haline getirilmesidir. Türk kimliğinin eritilmesinden, yok edilmesinden çok korkuyorum.
Duygular, insanın ayrılmaz bir parçasıdır, ancak siyasi sorunlar, şiirlerle, duygu sömürüsünün aracı yapmacık göz yaşlarıyla çözülemez. Kürt Selahattin Eyyubi’nin yaptığı güzel icraatlar örnek gösterilerek, bugün terörist Kürtlerin yaptıkları savunulamaz. Bırakalım asırlar öncesini, bugün Terörist Kürtlerle, teröre bulaşmamış Kürtleri, bir tutmak bile büyük yanlıştır. Akan kanı durdurma, barışı sağlama istek ve çabaları çok insancıl, çok asil davranışlardır, ancak muhatap doğru seçilmelidir. Devlete baş kaldırmayı, hiç pişmanlık işareti göstermeden sürdürenleri başkaldırının yirmi beşinci yıldönümünü, kutsal bir hareketin başlangıcı olarak kutlayanları muhatap kabul etmek, onlar için göz yaşı dökmek, hamasi şiirler okumak, devlet anlayışıyla bağdaşmaz. Cumhuriyete karşıtlık olsun diye, Osmanlı’yı öne çıkaran, Yeni Osmanlıcılık çabaları içine giren kesim, Osmanlı’nın devlet anlayışını bilmez görünüyor. Osmanlı, “Nizam-ı Alem İçin, Kardeş Katli Vaciptir” felsefesinin mimarıdır. Suçsuz, devlete karşı gelmemiş, gelmesi de mümkün olmayan kardeşlerin katledilmelerini, insanlık dışı bir vahşet olarak niteliyor, ne Osmanlı’yı, ne de bu fermanı örnek almıyorum, vurgulamak istediğim, o kesimin ikili oynadığı ve Osmanlı’nın devlet anlayışıdır. Adam gibi yöneticiler, zamanına, koşullarına, doğurduğu sonuçlara göre devlete başkaldıranlara gerekeni yaparlar. Devleti korumak için canını verenlerle, devleti bölmek için baş kaldıranları aynı kefeye koymazlar. Bu konunun hukuk boyutunun yanında, elbette insani ve toplumsal boyutu da var. Özellikle, gönüllü olmadığı halde o ortama girmeye zorlanmış olanların, Devlet kendisini koruyamadığı için teröriste boyun eğenlerin durumu mutlaka dikkate alınmalıdır.
Yakın geçmişe göz attığımızda, görürüz ki, Cumhuriyet döneminde, yirmiye yakın, küçüklü büyüklü Kürt isyanı olmuş, hiçbirine Kürt halkı, kendi bilinci ve iradesiyle katılmamıştır. Ayaklanmaların tümü, feodal ağaların ve şeyhlerin, dış güçlerle yaptığı işbirliğiyle gerçekleşmiştir. Kazanan hep dış güçler ve feodal patronlar, çileyi çeken hep Kürt halkı olmuştur. Geçmişte Irak’ta da benzerleri oldu. Saddam döneminde de, Irak Kürtlerine önce özerlik verildi, sonra katliama tabi tutuldular. Bugün, Kuzey Irak’ta bölgesel bir Kürt yönetimi kuruldu. Kim istedi, kimin için kuruldu, kime hizmet edecek tartışılabilir ama Kürt halkı için kurulmadığı kesin. Bugün Türkiye’de demokrasinin birçok eksiklerinin ve kusurlarının olduğu bir gerçek ama demokrasinin hiç olmadığı bölge, çoğunlukla Kürtlerin yaşadıkları bölgelerdir. Kürt halkı, örf ve inanç açısından feodal patronların vesayeti altındadır. Demokrasi konusunda, en ileri söylemlerle mangalda kül bırakmayan siyasetçilerimiz, o bölgeye demokrasiyi götürmek için en ufak bir çaba göstermediler. Formalite icabı, oy istemeye gittikleri zaman bile halkın ayağına gitmediler, feodal patronların ayağına gidip onlarla pazarlık yaptılar. Kürt halkını bilinçlendirmeyen, çocukları okula göndermeyen, asıl sorumlular örf ağaları ve inanç şeyhleri, suç ortakları da Türk siyasetçileridir. Türkiye’de kadınların ve kız çocuklarının sorunları var, ama bu sorunu korkunç boyutlarda yaşayan Kürt kadınları ve kızlarıdır. Kürt halkının aklı başında erkekleri, özellikle kadınları ve kızları eğer bir mücadele vereceklerse, Türk’ten uzaklaşmak, Türk Devleti’nden ayrılmak için değil, kendi feodal patronlarından kurtulmak için vermeliler. Kürtlerin teröristlerine ne kadar karşı isem, ondan daha fazla Kürt halkının, insan ve kültürel haklarının yanındayım. Dilerim, bu süreç sonunda bölgeye her şeyden önce demokrasi bilinci, sonra da eğitim ve ekonomik alanda iyileştirmeler girer. Demokrasi, bireysel özgürlüğün, insan haklarının, kültürel hakların kaynağı ve güvencesidir. Türk-Kürt etle tırnak gibidir, zorlansalar bile tamamen ayrılamazlar. Bu süreçten güzel sonuçların çıkmasını gönülden diliyorum. Endişem ise çıkacak güzel sonuçlardan, Kürt halkı değil, gene feodal beylerle, bugün türeyen siyasi patronlar yararlanacaklardır. Korkum, basiretsiz politika ve yöntemlerle, Türk ve Kürt halkının bir çatışmaya sokulması ve Türkiye’nin bugünkünden daha kötü bir kaos ortamına sürüklenmesidir. Korkum, bu üzücü olaylara karşı kucaklayıcı ve kurtarıcı bir çözüm olduğu aldatmacasıyla, Türk ve Kürt halkının, taassubun kucağına itilmesidir. Türkiye için ondan daha korkunç bir durum olamaz.
İnsanlar, refah ve güvenliklerini sağlamak için bir arada yaşamak zorundadırlar. Aile bağı, örf, ırk, din, onları bir arada tutan kavramlardır. Osmanlı, Kayı boyundan bir aşiret olarak yola çıktı, Oğuz ve Türk olarak genişledi. Zaman geldi, Eyüp Sultan’ın mezar yerini bulup türbe yaptırarak, farklı bir eğilimin içine girdi. Zaman geldi, İstanbul’da Ortodoks Patrikhanesi’ni muhafaza ederken, Bizans’ın İstanbul’a sokmadığı Ermeni Patrikhanesi’ni getirerek, İstanbul’u bir dinler ve kültürler merkezi yapma çabasına girdi. Zaman geldi, Hilafeti, daha da önemlisi, Arap Eşari Ulemasını İstanbul’a taşıyarak farklı bir siyaseti, benimsedi. Amaç, devlet yönetiminde güçlü olmaktı. Osmanlı’nın bütün çabalarında, toplumun değil, devletin ön planda olduğunu biliyoruz. İzlenen yöntemlerin doğruluğu, yanlışlığı, günümüze yansımaları, kendi koşulları içinde değerlendirilebilir. Çok kısa olarak şunu söylemeliyim; Osmanlı, Türk’tür, Türklükle yola çıkmıştır, fakat daha sonra, etrak-ı bi-idrak diye niteleyerek, Türklüğü terk edip, İslam’la bütünleşiyorum zannederek, Arap’la bütünleşmiş, Arap’ı, ‘’Kavmi necip’’ diye nitelemiştir. Buna karşın Arap, ne din açısından ne de ırk olarak hiçbir zaman Osmanlının yanında olmadı, en sonunda da Osmanlı Halifesi’nin “cihat çağrısını” hiç dikkate almayarak, İngilizlerle işbirliği yapıp Osmanlı’yı arkadan vurdu. Osmanlı’nın, Devlet yönetiminde, Türklüğü terk edip, Arap’la bütünleşme politikası çok yanlıştı. Bu tutum, devlet olarak Osmanlı’yı bitirirken, millete de çok ağır bedeller ödetmiştir. Cumhuriyet, yeni devleti, ne din ne de ırk temeline oturtmadı. Osmanlı tebaasının yerine, Türk Ulusunu ikame ederek, devleti ULUS KÜLTÜRÜ temeline oturttu. Ortak geçmişi, ortak değerleri, ortak coğrafyayı, güvenli bir ortak geleceği, Türk Ulusu’nun kültürel çimentosu yaptı. Ortak geçmiş, ortak değerler, ortak coğrafya, dedelerimizden bize miras kaldı.
Cumhuriyet insanının yapacağı şey, güvenli ortak geleceği inşa etmekti, bunu maalesef beceremedik. Dedelerimizin canları ve malları pahasına kazanıp bize bıraktığı mirasın hakkını veremedik. Bunda hepimize düşen bir utanma payı vardır. En çok utanması gerekenler de her ne yolla olursa olsun, ele geçirdikleri devlet gücünü doğru kullanmayanlarla onları yönlendirme, yol gösterme ve uyarma görevlerini yapmayan, aydın geçinen kesimdir. İçinde bulunduğumuz “Açılım” sürecinde, siyasetçinin kafasından ne geçiyor bilmiyorum. En büyük korkum, siyasetçinin bu proje kapsamında önce ‘etnik gruplar bizim zenginliğimiz’ diyerek, onları üst kimlik konumuna getirip toplumu ayrıştırması, sonra da, “Kızı kendi haline bırakırsan, ya davulcuya ya da zurnacıya gider’’ ilkesiyle, kızının başını bağlayan baba gibi devletin babalarının da farklı etnik grupların başını, kendi meşrebine göre bağlamaya çalışması ve yüzde doksan sekizi Müslüman olan bu ülkede, ortak payda elbette İslam’dır, diyerek, ulusu Osmanlı döneminde olduğu gibi ÜMMET yapmasıdır. Bu onun siyasi hedefi olabilir, vebali ona aittir, hesabını o verir, ama aydın geçinenlerin, küçük hesaplarla buna destek vermesi ve gerçek aydınların, buna bütün güçleriyle demokratik tepki göstermemesi tam bir gaflet olur. Böyle bir sonuç, sayısı bilinmeyen tarikatlar arasında nüfuz kavgasını korkunç boyutlara taşıyacaktır. Ortadoğu ve Orta Asya’da halen yaşanan trajedilerin kaynağı budur. Laiklikten uzaklaşılıp, şeriat kurallarının bir kısmını bile siyasi rejimin bir parçası haline getirilmesi, önce bireysel özgürlükleri bitirir, sonra da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, onların tabiriyle “Anadolu İslam Cumhuriyetine” dönüştürür. Bunu açıktan yapmaları adeta imkansız, Anayasaya ve çoğunluğun değerlerine aykırı ama Kürt sorununu çözüyor görünürken, bunu da araya sıkıştırma açık gözlülüğünü yapabilirler. Bu durum, bölücülükten daha beterdir. Gericilerin gözü bölücülerden daha kara. Bölücüler, hiçbir zaman bu ülkeyi bölemeyeceklerdir, fakat gericilik konusunda şu anda neredeyiz kimse bilmiyor, yarın sabah nerede olabiliriz kimse kestiremez. Böyle bir şeyi denemek gafletlerin en büyüğüdür, ama gözü dönmüş insanların ne yapacağı hiç belli olmaz, intihar saldırıları da onlardan çıkıyor. Halbuki, din kutsal bir duygudur, doğrunun ne olduğunu yalnız Allah bilir ve İslam’da sorumluluk bireyseldir, kimsenin kimseye kendi din doğrusunu zorlamaya hakkı yoktur, “Senin dinin sana, benim dinim banadır”. Bu süreçte en çok dikkat edilmesi gereken tehlike budur.
T.C. Devleti, bir yok olma çizgisinden dönülerek kuruldu. Sevr Anlaşması, sadece bilinen yakın tarihin değil, asırların ötesinden gelen Hıristiyan Dünyasının ‘’Şark Sorununun’’ çözümü için Batının yakaladığı en ideal fırsattı. Anadolu’nun küçük bir bölümüne sıkıştırılmış bir Osmanlı Beyliği, yanında kendisinden daha geniş, Ermeni, Kürt, toprakları ve büyük devletlerin imtiyaz alanları olan siyasi bir yapılanma. Yüce insan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, yüce Türk Ulusu’nun büyük fedakarlıkları karşılığında, Sevr yırtılıp çöpe atılmış ve Lozan kazanılmıştır. Tüketilmiş bir toplumun, Sevr’den Lozan’a sıçrayabilmesi, dünyada örneği olmayan bir başarı, bir kazanımdır. Türkiye’nin en büyük şansızlığı, gerçek aydınlarının azlığı ve okumuş insanlarının kalitesidir. Yazık ki, okumuşların çoğu bu kazanımın anlamını idrakten aciz veya başka amaçlarla, gerçekleri gizleyerek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran, bir tebaadan bir ulus yaratan, demokrasiyi getirip, yerleştirmeye çalışan, fakat kısa ömrü her şeyi tamamlamaya yetmeyen yüce insan Atatürk’ü, “demokrat değildi, diktatördü, din düşmanı idi” gibi iftiralarla suçlamaktadırlar. Bu gözü dönmüş insanlar, Atatürk’e saldırmak için Lozan kazanımlarını da küçümseme gafletinde bulunuyorlar. Halkı kandırmak için Lozan’ı, Osmanlı’nın geniş toprakları mukayese ediyorlar. Osmanlı oldukça güçlü olduğu zamanlarda bile elinden alınan toprakları tekrar geri alamamıştır. Bu sözleri Osmanlı’yı eleştirmek için değil, karşımızdaki güçlerin, ne kadar organize ve kararlı olduklarını dile getirmek için söylüyorum, belki halk uyanır da okumuşlara inanmaz diye. Şu bir gerçek ki, değerler en iyi güçle korunur.
Gücün yanında, tapular, uluslararası antlaşmalar önemli hukuk belgeleridir. Üzülerek söylüyorum, 1920’lerin, on yedi milyonluk, karnı aç, sırtı açık, ayağı çarıklı, asil insanlarının bize kazandırdığı maddi ve manevi değerleri, 2000’li yılların yetmiş milyonluk, çok şeye sahip insanları, her türlü tecavüze karşı koruyacak güçte değil. O güçte olsak, yabancılar yaralarımızı kanatabilir mi? Güçlü olsak, 1984’de Eruh ve Şemdinli’ye saldırıldığında, “üç beş çapulcunun işi” diyen, denizden çıkmaya bile gerek görmeyen devletin en yetkili ve güçlü siyasi kişisi, onları anında tepeler ve bu bela yirmi beş yıl sürmezdi. IMF’nin, ABD’nin, AB’nin ve dini TAASSUBUN vesayeti altında iken güçlü olmak ve güç kullanmak kolay değil. Gerçekleri göremeyenler bir de bilmişlik taslıyorlar, “Sevr paranoyasından kurtulalım’’ Sevr paranoyasından lafla kurtulmak mümkün değil, güçlü olmak şart. Adamlar, sabırla, inatla, bilinçli olarak, Türkiye üzerinde imtiyazlar elde ediyorlar, kapı kapatılsa pencereden giriyorlar, buna karşın bizim okumuşlar, deve kuşu misali, kafasını kuma sokmuş, ezberletilen sözleri tekrarlıyorlar. Belki de her şeyi görüyor, biliyor, fakat işine öyle geliyor. Mütareke döneminin okumuşları ve basını da öyle değil miydi? Okumuş yarım aydınlara siyasilerden daha çok kızıyorum, çünkü siyasetçinin amacı belli, elinden geliyorsa engelle, ama okumuş, aydın görünüme bürünüp toplumu aldatıyor. Kazanımlarımızı ve haklarımızı korumak için yeterli gücümüz olmadığına göre, belgelerimize sıkı sıkıya sarılmamız gerekir. Lozan Antlaşması, Devletimizin, uluslararası güçler tarafından onaylanmış tapusudur. Dış güçler, onu imzalamış olmaktan büyük pişmanlık duymakta, hatta imzalayanları suçlamaktadırlar. O noktadan geri dönüşleri olmadığı için, şimdi güya bizim rızamızı alarak o anlaşmada gedikler açmak için her türlü çabayı gösteriyorlar. İster dış baskılarla, ister kendi itikatları doğrultusunda, Lozan’ın zedelenmesine fırsat verenlere, ulus en büyük suçlamayı yapar ve hiç affetmez. Lozan Antlaşması’nda açılacak gedikler, birçok alanda kimsenin tasavvur dahi edemeyeceği boyutlara ulaşabilir. O nedenle, gerekçe ne olursa olsun, Lozan’da kabul edilmiş ilkeleri ve hakları korumak, bizim için en önde gelen, olmazsa olmazdır, şarttır.
Devletimizin kurucusu, Büyük İnsan Mustafa Kemal Atatürk, bize ‘’Kültürel olarak, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmayı’’ hedef gösterdi. Biz, o çizgide değiliz, demek ki beceremedik. Bugün, içeriğini, kapsamını, amacını, tam bilmesek de bir atılım, bir açılım içine girildiğini görüyoruz. Temennim, bu yaşamsal konuda, taraflar iddialaşmaya gitmeden, hatadan dönme faziletini göstererek, doğruyu bulma çabasına girsinler. Sorun, ortaya ‘’Kürt açılımı’’ olarak kondu, sonra bazı tepkiler üzerine, ‘’Demokratik Açılım’’ denmeye çalışıldı, fakat halen “Kürt Açılımı” diyenler çok. Koordinatör bakan da, Kürt konusunun tarafları veya uzmanları ile görüş alış verişinde bulunuyor. Bu arada, diğer kesimlere gittiğinde de Türkiye’nin sorunlarıyla ilgili görüş alış verişinde bulunmuyor, onlara da Kürt sorunu hakkındaki görüşlerini soruyor. Demek ki amaç, Kürt sorununu çözmek, ama ‘’Kürt açılımı’’ tabiri ürküttüğü için, daha sıcak görünen ‘’Demokratik açılım’’ söylemini kullanıyorlar. Yarın alınan önlemlerin, ağırlıklı olarak, Kürt sorununa dönük olduğu görülürse, daha başlangıçta, projeyi yürütenler samimiyet yarışını kaybetmiş olacaklar ve art niyetli oldukları iddiaları güç kazanacak. Projeyi yürütenlerin kafalarının arkasında daha neler var, sorgulaması başlayacak ve şüpheler arttıkça artacak. Açılımın, “Kürt sorunu’, “Kürt açılımı” olarak ele alınmasının yarardan çok zarar getireceğini düşünüyorum. Türkiye’nin çok sorunu var, Kürtlerin sorunu onlardan birisidir. Kürt sorununa odaklanılması, Kürtlere ayrıcalık tanındığı, imtiyaz verildiği ve baş edilemeyen terör belasına boyun eğildiği anlamını doğuracaktır. O taktirde, Kürtlerin nerede duracakları hiç belli olmayacağı gibi, diğer kesimlerin de Kürtler gibi hak aramaya kalkmalarına veya devlete kırgın hale gelmelerine neden olabilecektir. Açılım, Türkiye’nin tüm bölgelerini, tüm sorunlarını kapsamalı, tümün içinde özele de yer verilmelidir. Atılacak adımlar, kesinlikle devletin laiklik ilkesini ve üniter yapısını zedelememelidir.
Türkiye’nin sorunları;
* En büyük sorun; Gericilik, Dini taassup. İnsanları, ‘Allah ile Aldatmak”. Şirke varır derecede, ölmüş veya yaşayan, keramet sahibi insanlar yaratmak. İslam’ı özünden uzaklaştırıp, şekilci ve Arap’ın örf ve adetlerine dayalı bir konuma getirmek. İslam’da sorumluluğun, sadece Allah’a karşı ve bireysel olduğunu göz ardı ederek, Orta Çağ Hıristiyanlığında olduğu gibi cennete gönderen aracılar yaratmak. Devlet yönetiminde din kurallarını geçerli kılmak. Eğitimde ve devlet yönetiminde, din eğitimi kökenlilere ağırlık vermek.
* İkinci büyük tehlike; Teröre dayalı Bölücülük. Dış destekli olduğu için çok önemli. Tüm Kürtlerin desteğine sahip değil. Kürt sorunu ile Bölücü terör sorununu ayrı ayrı ele almak gerekir. Türkiye dış güçlerin tuzağına düşmez ve bölücü terörle, gericilerin ortak hareket etmelerine zemin hazırlamazsa bu sorunu çözer, kimse Türkiye’yi bölemez.
* Evrensel hukukun eksikliği. Hukukçularımızın kusurudur. Noksanları tamamlamak, yanlışları düzeltmek için kendilerine düşen çabayı göstermiyorlar, siyasetin etkisi altıdalar.
* İnsan haklarının eksikliği. Siyasetçi kendiliğinden vermiyor, insanlarımız da elde etmek için çaba sarf etmiyor.
* Demokrasinin eksikliği, inanç ve örf patronlarının varlığı. Demokrasi yaşamımızın çok uzun olmadığı bir gerçek, fakat toplum olarak, demokrasiyi anlayıp içimize sindirmek için özel bir çaba harcamadık. İnanç ve örf simsarlarını ortadan kaldıramamış olmamız büyük eksiklik.
* Eğitimin eksikliği. Çok önemli bir sorun. Başta insanın yetiştirilmesi olmak üzere, dinin doğru anlaşılması, ekonominin düzeltilmesi, insan hakları, demokrasi konularındaki eksiliklerimizin temel nedeni, eğitimdeki eksikler ve yanlışlardır.
* Ekonominin bozukluğu…
* İşsizlik…
* Yolsuzluk-Hortumculuk sorunları.
* Kadın hakları, aile içi şiddet, töre cinayetleri. İnsan haysiyetine yakışmayan sorunlar.
Bu sorunların tümünü dikkate almadan, “Kürt açılımı” yapmak, sorunlara sorun katmaktan başka bir işe yaramaz. Kürt halkının kültürel sorunları ile bölücü terör hareketini aynı kefeye koymak büyük hata olur. 2002’li yıllarda, terör bitme noktasına gelmişti. Aradan geçen süre içinde, terörle mücadeleye sadece teröristle mücadele gözüyle bakılmayıp da toplumsal, kültürel ve ekonomik alanlarda sağduyulu bir çaba gösterilseydi, sorunlar bugünkü boyutlara gelmeyebilirdi. Bugün de, Kürt sorununu çözüyorum diye Türkiye’yi, önce etnik gruplara bölüp, sonra da o grupları İslam paydasında birleştirme gayretine girilebileceğinden endişe etmekteyim.
ÖNERİLER:
Tespitlerimin ve değerlendirmelerimin sonunda ulaştığım yargıları aşağıda sıraladım, tabir caizse bunlar, benim kırmızı çizgilerimdir, aykırı çözümlere karşıyım. Konuların hemen tümü, aslında anayasamızın ilkeleridir, bunlara sakın dokunulmasın çağrısında bulunuyorum:
* Devlet; Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Toplum; Türk ulusu. Ülke; Türkiye. Vatandaşların siyasi kimliği; Türk. Resmi dil; Türkçe. Başkent; Ankara.
* Siyasi rejim; evrensel pozitif hukuk temeline oturtulmuş, laiklik ilkesi temelinde, din kurallarının devlet işlerine kesinlikle karıştırılmadığı, geniş katılımcı demokratik, üniter, cumhuriyet yönetimi.
* Laiklik ilkesinden fedakarlık edilmesi, din kurallarının devlet yönetiminde etkin kılınması, hiçbir şekilde kabul edilemez, bu ilkeye aykırı davrananlar, otomatik olarak devlet yönetiminden tasfiye edilir.
* Üniter devlet yapısının dışında, siyasi bir yapılanma kabul edilemez, imtiyaz, özerklik, federasyon gibi bir yapılanma düşünülemez. Üniter devlet yapısı içinde ihtiyaç varsa, gerekiyorsa, bölgesel sorunların çözümü, yönetimin etkinliği amacıyla kesinlikle herhangi bir bölgeye mahsus değil, Türkiye çapında, yerel yönetimler güçlendirilebilir. Üniter yapıya aykırı hareket edenler, otomatik olarak devlet yönetiminden tasfiye edilirler.
* Eğitim birliği, ne etnik, ne de inanç bazında parçalanamaz. Mevcut bozulmuşluk mutlaka düzeltilmelidir. Eğitim birliğini bozacak adımlar atanlar, tıpkı laiklik ilkesine ve üniter devlet yapısına aykırı hareket edenler gibi otomatik olarak, devlet yönetiminden tasfiye edilirler. Bazı kesimlerin etnik, inanç ve kültürel eğitim sorunları varsa bunlar eğitim birliği içinde çözülmelidir.
* Bütün vatandaşlar, inanç ve etnik farklılıklarına bakılmaksızın eşittir. İnanç, bir vicdan meselesidir, inanç özgürlüğü yasal güvence altındadır. Hiçbir inanç, doğrudan veya dolaylı olarak topluma empoze edilemez. Devlet bütün inançlara eşit mesafede durur, küçük inanç gruplarının, büyük inanç grupları tarafından baskı altına alınmasına izin vermez.
* “Türk” kavramı, en az bin yıllık birlikte yaşamanın ve Anadolu medeniyetlerinin ürettiği ortak kültürün ve T.C. vatandaşlarının siyasi kimliğinin adıdır. Türk siyasi kimliğinin altında her vatandaş, aynı zamanda kendisini ne hissediyorsa, alt kimlik olarak onu ifade etmekte özgürdür. Alt kimliklerin herhangi birine bir ayrıcalık da tanınamaz, bir sınırlama da getirilemez. Anayasada, ‘’Türk’’ kimliğinden başka hiçbir alt kimlikten söz edilemez.
* ‘’Ulus’’ kavramı, milliyetçiliği ve ırkçılığı kapsamaz. Ulus, ortak değerler, ortak refah ve ortak gelecek için bir araya gelmiş insanların, siyasi ve kültürel birliğini ifade eder. Bütün vatandaşları eşit olarak kucaklayan bir kavramdır.
* Lozan Antlaşması, uluslararası hukukun onayladığı, devletin tapusudur. Onu zayıflatacak, ulusal ve uluslararası hiçbir icraat yapılamaz. Türkiye’de, Lozan Antlaşması’nda belirlenmiş azınlıklar dışında azınlık yoktur, herkes birinci sınıf kurucudur.
* Devlet okullarında, dinler tarihi, din felsefesi, din kültürü bazında, seçmeli olarak ders verilebilir, bir dinin, bir mezhebin dersi verilemez.
* Türkçeden başka ikinci bir resmi dil olamaz. Kültürel olarak, ana dillerin kullanılmasına ve geliştirilmesine kısıtlama getirilemez.
* Kamu hizmetlerinde, hiçbir etnik ve inanç grubuna, ne imtiyaz tanınabilir, ne de kısıtlama getirilebilir. Bir kademeye gelebilmenin kriteri ehliyettir. Ehliyetin kriterleri, evrensel bilim kurallarıyla belirlenir ve hukuk kuralları ile korunur. İnanç ve etnik karakter, ne bir ayrıcalık, ne de bir kısıtlama olarak kullanılamaz. Bir dinin eğitimini almış kişiler, o kimlikle, ancak uzmanlık alanında, devlette görev alabilir. Kamu alanında ve toplumsal hizmet veren alanlarda, herhangi bir etnik ve inanç grubunun simgesi olan işaretler, bir üstünlük ve bir ayrıcalık göstergesi şeklinde açıktan kullanılamaz.
*Akan kanın durmasını, barışı ve huzuru sağlamak amaçtır, ancak eli silahlı teröristler, herhangi bir müzakerenin tarafı olamazlar. Teröristler, ancak, kayıtsız şartsız silah bıraktıktan sonra, devletin güçleri onlara karşı operasyonları durdurabilir. Devlet, pişmanlık duyup, teslim olan teröriste, özellikle de devlet kendisini koruyamadığı için teröre bulaşmaya mecbur bırakılmış olanlara, devlet büyüklüğüne yakışır şekilde, bağışlayıcı elini uzatıp onu topluma kazandırmak için önlemler almalıdır. Bu husus, kanunla düzenlenir.
* Devlet, Güney Doğu’da feodal yapının yıkılıp, demokrasinin yerleşmesi, bireyin, özgür iradesi ile oy kullanabilmesi için her türlü önlemi almalıdır. Devlet, Güney Doğu’da, teröre bulaşmamış, aksine terörden zarar görmüş vatandaşlara maddi tazminat ödemeli. Devlet, Güney Doğu’da, açlığı, işsizliği önlemek için ekonomik projeler üretmeli ve insanları çaresizlikten kurtarmalıdır.
SONUÇ:
“Açılım” projesini çok önemsiyorum çünkü hem beklentilerim hem de korkularım var.
Siyasi hırslardan arınmış, üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmış, akılcı, gerçekçi, çağdaş bir anlayışla hazırlanmış, bireyin, toplumun, ulusun ve devletin çıkarlarını dengeli olarak gözeten bir projenin, barış ve demokrasi açısından çok yararlı olacağına inanıyor ve böyle bir sonuca ulaşmayı gönülden diliyorum.
Projeyi gerçekleştirecek olanlar, her türlü art niyetten arınmış, özel bir idealin temsilcisi olmadan, sadece ulusuna ve devletine gönül vermiş kişiler olarak çalıştıkları taktirde, başarılı olacaklar ve ülke çapında alkışlanacaklardır. Her ne sebep ve gerekçe ile olursa olsun, T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesine ve değiştirilemez ilkelerine, ulusun temel çıkarlarına, yukarıda belirttiğim kriterlere aykırı bir çözümün asla kabul görmeyecektir.
Halkın, aydınların, sivil toplum örgütlerinin, üniversitelerin, devletin kurumlarının, siyasi partilerin, bu projeyi çok yakından takip etmelerini;
Eğer proje, “Türk Ulusunu, kültürel olarak, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma”, “yurtta barışı sağlama”, insanlarımızın, refahını, devletin güvenliğini sağlama, insan haklarının ve demokrasinin kökleşmesi doğrultusunda ise, bütün güçleriyle desteklemelerini öneriyorum.
Eğer proje, Lozan Antlaşması’nı zedeliyor, devletin üniter yapısını riske sokuyor, siyasi rejimimizin vazgeçilmezi olan laiklik ilkesini ihlal ediyor, devlet yönetiminde, din kurallarının yer almasına zemin hazırlıyorsa, ülkede iç barışın bozulması, kaos yaratılması, devletin güvenliğinin tehlikeye girme ihtimali varsa, yapılanlara karşı olduklarını, demokratik yollardan, bütün güçleri ile haykırmalarını öneriyorum.
Allah hakkımızda hayırlısını versin demek çok güzel bir dilektir, öyle diyorum, fakat biliyorum ki, Allah, sen önce aklını ve gücünü kullan, baş edemezsen, sonra bana başvur, diyor…
17 Ağustos 2009