MEKTUPLAR

Torunuma Mektuplar – 1

Yaprak’la sohbet ediyoruz; “Yazmayı bıraktın, uzun zamandır yazmıyorsun” dedi. Doğru söze ne denir ki… Neden yazmıyorum, net bir cevabı yok. Ortam meselesi… Benim ortamım, aile ortamımız, toplumsal ortam, devletin ve ulusun omurgasını değiştiren siyasi çalkantılar.

Zaman hızla akıyor, geri getirmek de mümkün değil, çalışmalıyım. İnsan ortamdan etkileniyor, ama her şeye rağmen, ortamın koşulları zorlanıp, elden geldiğince yapılması gereken yapmalıdır… Ortamın insanı etkilemesine karşın insan da ortama yön verebilmelidir.

Düşünce ölçülerime göre, israf çok yanlış, affedilemez. Hiç israf etmediğimi de söylemem. Düşünce ve pratik çelişkisi… Yapılması gerekeni zamanında yapmamanın mutlak bir bedeli var da o bedeli kimin ödeyeceği belli değil. Bir söz var; “Dedesi koruk yemiş, torununun dişleri kamaşmış.’’ Bugün yaşadığımız acı olayların ne kadarı bizim günahımız, ne kadarı geçmişimizden miras kaldı?  Biz torunlarımıza ne kadar güzel miras bırakabileceğiz?

Bazı yanlışların, az çok telafisi mümkün olsa da zamanın israfının telafisi kesinlikle mümkün değildir. Zaman, ölçüsü itibari/izafi olan, başı sonu belli olmayan bir süreçtir. Aynı akarsuda iki defa el yıkanamayacağı gibi aynı zamanda da bir iş iki defa yapılamaz. Zamanı doğru kullanamayanların yanında, bir de düşünme ve iş yapma yeteneği olmadığı için, ‘’zaman öldürmeye çalışıyorum’’ diyenler var.

Yaprak, “Torununa mektuplar yazabilirsin’’ dedi. Çok güzel bir fikir, yeni çalışmamın ismini Torunuma Mektuplar olarak belirledim.. Mektuplaşmada ne süreye, ne de konu çeşitliliğine sınır yoktur. Muhatabımın Torunum olması da çok isabetli. Berrak’ı çok sevmem doğal, ayrıca onun düşünce sistemini ve çalışma azmini beğeniyorum. Berrak, aynı zamanda, Allah’ın sevgili kulu, büyük insan, Mustafa Kemal Atatürk’ün, “En büyük eserim” diye vasıflandırdığı T.C. Devleti’nin ve Türk ulusunun istiklalini ve bağımsızlığını emanet ettiği, Berrak gençlerin, Türk gençliğinin bir parçasıdır… Bugünkü varlığımızın sahibi ve geleceğimizin güvencesi olan gençlerimize ışık tutabilmek benim için başarıların en değerlisidir.

***

Bireylerin ve toplumların sahip olduğu maddi ve manevi değerler onlar için bir zenginliktir, bundan hiç şüphe etmiyorum, fakat her zenginliğin, aynı zamanda, bir tehlike kaynağı olduğunu düşünüyorum. Sahibi olmadığı bir ağacın meyvesini araklamak veya sahibi kıskanıldığı için, ‘’meyveli ağaçların taşlanması’’ bir gerçektir. Değerler de meyve gibidir, istismar edilmeye çok müsaittirler. Değerlerini koruma bilincine ve koruma gücüne ulaşmamış olanlar, ya onları koruyamazlar, ya da gerektiğinden çok fazla bedel öderler. Güzel sevgili, çok mal, manevi değerlere bağlılık, vatan aşkı gibi değerler her zaman sahiplerini korkutmak veya aldatmak için bir araç olarak kullanılmıştır.

Bu düşünceden hareketle, insanın en çok istismar edildiği, en çok korkutulduğu, en çok aldatıldığı din/inanç konusunu ele alacağım. Din/inanç konusunda ahkam kesmeyeceğim, kendi anlayışımı ortaya koyarken yaşanmış siyasi ve çıkarcı bazı olaylara dikkat çekmeye çalışacağım…

İnsan, yaratılışından itibaren, kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl geldiğini, varlığını sürdürebilmek için neler yapması veya yapmaması gerektiğinin cevaplarını bulabilmeye özen göstermiştir. Amacı, kendisini Yaratanın emirlerine uymak ve gazabından korunmak.. Ancak, insanlığın bu konuda doğru çaba sarf ettiği tartışılır. Doğru çaba, doğru bilgiye dayanır. Kainatta, Yaratılışta görünenlerin yanında görünmeyenler de var. İnsanın görünenleri bile doğru anlaması çok zor, görünmeyenleri anlaması mümkün değil. Ayrıca, insan korktuğu için, din/inanç konusunu sorgulamaktan kaçınmış, kendisine anlatılanları kabul etmek ve inanmak zorunda kalmıştır. Asıl tehlike de buradan kaynaklanmaktadır. İstismarcılar, toplumu rahat güdebilmek için, bilinen doğruları değil, kendi uydurdukları yalanları anlatarak toplumları çağ dışı, karanlık ortamlara sürüklemişlerdir.

Özetle, din/inanç konusunda, insanın GERÇEĞE  ulaşabilmesinin önünde iki büyük engel var: *Gözün gördüğü ve görmediği her şeyi öğrenmenin/bilebilmenin imkansızlığı ve *Din sömürücülerinin insanların doğrulara ulaşmalarını engelleyip kendi dediklerine inandırmaları.

Anlayış, dünden bugüne çok değişti. Herkes kabul etmese de, Din/İnanç konusunda, inanmak, inanmamak, şöyle veya böyle inanmak, teorik olarak, bireyin özgür tercihi olmalıdır. İslam’da sorumluluk bireyseldir, tercihinin vebali de, sevabı da bireye aittir. İslam’da bile, pratikte bu mümkün olmuyor, çünkü birey özgür değil, bilgisizliğin ve dinci kesimin/ ruhban sınıfının esiridir. İnsanların bu zalim din tüccarlarına karşı koyacak güce ulaşabilmeleri bilgisizlik duvarını aşmalarından daha zor görünüyor.

İslam’da, din ve inançla ilgili kabulleri ve yaşam biçimlerini yargılayacak tek güç Yüce Allah’tır. Toplumsal düzenin sağlanabilmesi için, meşru yönetimler tarafından, insanlar kayıt altına alınabilirler, sorgulanabilirler, fakat inançlarından dolayı meşru yönetimler tarafından bile sorgulanamazlar, yargılanamazlar. Laiklik, kesinlikle dinsizlik değil, özgür bireyin inancını özgürce seçebilmesi ve rahatça yaşayabilmesidir. İnançlarından dolayı insanları sorgulayan, yargılayan ve cezalandıranlar, kendilerini Allah’ın yerine koyan, insan görünümlü, fakat asla insan olmayan, adi, zalim yaratıklardır.

Yukarıda belirttim, bu konudaki düşüncelerim asla birilerine akıl vermek için değil, düşüncelerimi sorgulamak, kendimi geliştirmek, kendi inanç dünyamı düzenlemek içindir.. İnsan, öncelikle, kendi yolunu çizebilmek için, bütün gücüyle, doğruyu bulmaya çalışmalı, sonra da, eğer gerçekten bir aşamaya gelmişse, samimiyetle ve dürüstçe, az bilenlere ışık tutmaya çalışmalıdır..

Konuyu iki bölümde alacağım; Birinci bölüm; Allah’a Yakarışım, başlığı altında, Allah’la diyalog içinde inanışımı ortaya koymak. İkinci bölüm; fikir beyan etmeden, bilmeyenlerin dikkatini çekmek için Kur’an’dan bazı ayetleri aktarmak.

28 Ağustos 2013