KÖŞE TAŞLARI

İslam II

İslamiyetin ulaştığı noktada kaç kişi bu dini doğru şekilde algılıyor? Dini anlamaya çalışmak suç olabilir mi? İslam’ın doğru yaşanması/uygulanması için Kur’an’ın mutlaka anlaşılarak okunması gerekmez mi? İçine siyaset giren İslam’ın özünden uzaklaşmaz mı?

Yaşamımızın köşe taşları: İslam adlı yazı dizimizin birinci bölümünde İslamiyetin gelişimini etkileyen insanlardan ve olaylardan bahsetmiştik. Dört halife dönemine, kişilere ve olaylara yeniden göz atarak kısaca hatırlayalım.

Halife, Hz. Muhammet’ten sonra onun yerine geçen kişidir. Hz. Muhammet, sağlığında herhangi bir kişiyi işaret etmemişti, ancak bazı işaretler yorumlara neden oldu.

Hz. Muhammet Ali’yi hep övmüş, sorunların çözümünde ona baş vurulmasını söylemiş, hatta, “Ben ilim şehriyim, Ali ilim şehrinin kapısıdır” ifadesi sahih hadis olarak kabul edilir ve Ali taraftarları Hz. Muhammet’in Ali’yi işaret ettiği, yorumunu yaparlar.

İmamı Azam Ebu Hanife’nin, “Hilafet ehliyet olarak Ali’nin hakkıdır ama atanarak değil, seçimle gelmeli” dediğini, okudum.

Hz. Muhammet, rahatsızlığının ileri safhasında cemaate namaz kıldıramaz duruma gelince, namazı Ebubekir’in kıldırmasını söylemiş. Ebubekir taraftarları da bununla Ebubekir’i işaret ettiği yorumunu yaparlar..

Peygamberlik, ilahi bir sıfat, Allah’ın verdiği bir yetki, onun halifesi olamaz, diye düşünüyorum. Hz. Muhammet son peygamber ve İslam’da ruhban sınıfı yoktur. Öyle ise, Ebubekir, Hz. Muhammet’in siyasi konumunun, devlet başkanlığının halifesi olmalı.

İlk halifenin seçiminde de, daha sonraki seçimlerde de çeşitli kriterler ileri sürüldü. İlk seçimin yapıldığı o toplantıya, Hz. Muhammet’in defin işleriyle meşgul olduğu için Ali katılmadı. Ebu Bekir halife seçildi ve halifenin Kureyş kabilesinden olması kararlaştırıldı. Eğer bu kararın bir gücü, bir geçerliliği varsa, Osmanlı Halifelerinin Araplar tarafından benimsenip, benimsenmediği bir soru olarak ortaya çıkabilir.

Tüm Araplar biat etmese de, ilk dört Halife seçimle veya genel kabulle geldi.

Muaviye ile başlayan Emevi Saltanatında Halifelik babadan oğula geçen soy halifeliğine dönüştürüldü.

Dört halife devrinden sonrası tufan

Emevilere karşı en organize mücadeleyi, Hz. Muhammet’in amcası, Abbas’ın adını taşıyan Abbasiler verdiler. Karşı çıkmalarının birçok nedeni vardı, öne çıkarılan en önemli neden ehlibeyte yapılan zulümdü.

Abbasiler kendi güçleriyle Emevi Saltanatını yıkamazdı, Türkleri kullandılar. Horasanlı Eba Müslim, Emevi Saltanatının yıkılmasında en etkin rolü oynadı.

Halifelik Abbasilere geçtikten bir süre sonra, Halife, Eba Müslim’in gücünden rahatsız olmaya başladı, onu sarayında tuzağa düşürerek cellatların eline teslim etti.

Türklerin Abbasilerin tarafında yer almasının ilkesel nedeni sadece ehlibeyt taraftarlığı mı, yoksa başka beklentileri var mıydı, uzmanlar cevaplasın. Abbasiler de, Emeviler kadar olmasa bile, “Arap” ağırlıklıydılar.

1258’de Moğollar Bağdat’ı işgal etti, Timur’un torunu, Hülagu Abbasi halifesini atının ayaklarının altında ezerek öldürdü ve Abbasi saltanatı sona erdi. Abbasi ailesinden birisi, Mısır’daki Memlük devletine sığınarak, halifeliği sürdürdü.

1517’de Yavuz Sultan Selim, Mısır’daki Memlük devletine son verdi, Halife Mütevekkil Al Allah’ı İstanbul’a getirip, Yedikule zindanına attırdı. Ayasofya’da yapılan bir törenle halifeliğin Osmanlı’ya devredildiğini söyleyen de var bunu kabul etmeyen de… Mısır’daki halifeliğe son verilmesi ve Kutsal Emanetlerin İstanbul’a getirilmesi, halifeliğin Osmanlı’ya geçtiğinin gerekçesi olarak kabul edilmektedir.

Halifelik birleştirici güç olabildi mi?

Osmanlı’da, Kanuni’den 3. Ahmet’e kadar halifelik öne çıkarılmamış, kişisel bir unvan, bir üstünlük işareti olarak kullanılmıştır. 19. yüzyıldan sonra, İmparatorluğun çöküşünü önlemek için, halifelik tüm Müslümanları birleştirecek bir güç olarak kullanılmak istenmiş, özellikle, 2. Abdülhamit Osmanlı bünyesindeki Türklere ve Araplara İttihadı İslam politikasını uygulamaya çalışmış, ancak Araplar itibar etmemişler. Buna karşın Türkler İslam görünümü altında Araplığa itilmiştir.

  1. Dünya Harbinde Osmanlı halifesinin yaptığı cihat(!) çağrısına İslam dünyası uymamış, cihada rağmen Araplar İngilizlerle iş birliği yaparak, bağlı oldukları Osmanlı’ya başkaldırıp, arkadan vurmuşlardır. 30 Ağustos 1922’de kazanılan Büyük Zafer’den sonra, Müttefikler, daha önce imzalanan Sevr’i gözden geçirmek bahanesiyle, Türk Milli Mücadelesinin temsilcilerini Lozan’a davet ederken, Osmanlı Hükümeti’nin temsilcilerini de çağırdılar. Bu tuzağı önlemenin tek yolu saltanatın kaldırılmasıydı.

1 Kasım 1922’de TBMM, saltanatı kaldırdı, fakat Padişahın halifelik sıfatına dokunmadı. Kasım ayı ortalarında Vahdettin, İngiliz zırhlısıyla ülkeden kaçıp, İngilizlere sığınırken halife sıfatını koruyordu. Halifenin İngilizlerin elinde bulunması Hindistan Müslümanları açısından çok sakıncalıydı. Bunun için, TBMM Vahdettin’in halife sıfatını kaldırdı ve Abdülmecit’i halife ilan etti. Abdülmecit siyasi oyunlara alet olup, bir devlet başkanı halife gibi siyasi hareketlerin içine girince, TBMM, halife sıfatını tamamen kaldırdı.

Her olayın bir perde arkası var

Şimdi, tüm bu tarihi değerlendirmeyi dikkate alarak şunu söyleyebiliriz ki görünen her olayın arkasında başka olaylar yer alıyor. Yani madalyon iki yüzü var. Görünen yüz dışa yansıyan davranış, arka yüz davranışın niyeti, amacıdır. Biyolojik gözle görülmeyen arka yüz akıl gözüyle değerlendirilip, tam anlaşılmazsa, sergilenen davranış insanı tuzağa düşürebilir.

Burada amaç İslam inanç sistemini analiz etmek değil. Ancak gözlem, bilgi ve tarihi belgelere dayanarak yorumladıklarımızı ve inandıklarımızı dile getirmekte bir sakınca yok. Cehalet tehlikelidir, cahillerden korkarım. Dürüst olmayan bilgililer çok daha tehlikelidir, insanı şeytanca aldatırlar, onlardan daha çok korkarım. İnsanları düşündürmeye, sorgulamaya yönlendirebilirsem görevimi yapmış sayıyorum. Araştırarak, öğrenerek, yorumlayarak varacakları sonuç insanların kendi ürünleridir. Bilinçli irdelemeden geçmiş, özgür irade ile verilmiş kararlara, bana göre yanlış bile olsa, saygı duyarım.

Geçerli İslami belgelere ve saygıdeğer İslam bilginlerinin ortak kabulüne göre;

İslam son din, Hz. Muhammet son peygamberdir. İslam, bir ırkın, bir toplumun, bir coğrafyanın değil, tüm insanlığı kucaklayan evrensel bir dindir. Altından kalkabildiğim kadar, bu kabuller hakkında bir beyin fırtınası yapacağım. İnanç temelli düşüncelerimi sadece Allah yargılar, sevabı, günahı beni bağlar. Düşüncelerime paralel olsun, karşıt olsun, yapıcı görüşlere açığım.

İslam son din, Hz. Muhammet son Peygamber olduğuna göre vahiy yoluyla yeni bir din ve onu tebliğ edecek bir peygamber gelmeyecektir. Nitekim takriben on dört asırdır yeni bir din de, yeni bir peygamber de gelmemiştir. İslam tüm insanlığı kucaklayan, evrensel bir din olduğuna göre, hem bugünün tüm insanlarının ihtiyaçlarına, hem de evrimle oluşacak yeni ortamların inanç, felsefe, ahlak anlayışlarına cevap verecek bir din olmalıdır.

İslam’ın tüm insanları kucaklayacak, tüm zamanları kapsayacak bir din olduğuna inanmak güzel fakat yetmez, inancı gerçekleştirecek etkenleri anlamak, anlatmak, gerekiyorsa geliştirmek, inanç sahibinin görevi ve sorumluluğudur. Artık Peygamber gelmeyeceğine göre, insanlara rehberlik edecek, aydınlatacak, ihtiyaçlarına cevap verecek ilkeleri, anlayışları tespit edip, anlamak, anlatmak gerekiyorsa geliştirmek, inanç sahibinin görevidir sorumluluğudur.

Bu iki konuyu cevaplamak hiç kolay değil. Amacım beyin fırtınası yapmak, bir farkındalık ortamı hazırlamak, ışık tutmak, düşünmeye yönlendirmek.

“Gerçek İslam” nedir, nerededir?

Bugünkü İslam dünyasının param parça hali çok acınacak bir durum. Birbirine zıt mezhepler, tarikatlar, cemaatler, İslam’ı çıkarı için kullanan siyasi ve ekonomik odaklar, cirit atıyor. Yaşanan İslam Tüm Müslümanları bile İslam çatısı altında birleştirememişken, tüm insanları nasıl İslam çatısı altında toplayacak, nasıl tüm zamanları kapsayan evrensel bir din olacak?

İlahi mesaj yanlış olmayacağına göre, günah İslam’a egemen olan, kontrol eden, yönlendiren insanların olmalı. Bu sorunun cevabına yaklaşılırsa, arkası çorap söküğü gibi gelir. İlk bakışta görünen; Müslümanların büyük bölümünün İslam’ı anlamadan, ezberletilerek inandırılması, İslam’ı yöneten küçük kesimin ise İslam’ı siyasi ve ekonomik çıkarlarının aracı olarak kullanmasıdır.

İlahi mesajın gerçekleşmesine hizmet etmek için aklın erdiği, gücün yettiği bütün çabalar gösterilmeli. Yaşanan İslam, tüm Müslümanları bile birleştiremediğine göre, ilahi mesajın nitelediği gerçek İslam değil. Öyle ise, Gerçek İslam bulunup yaşama geçirilmeli. Gerçek, dürüst dindarları devreye sokmak lazım. Daha da ilerisi Allah’la kul arasındaki aracıları devreden çıkarıp dini, inanan bireye teslim etmek lazım. Gerçek İslam’ın temel ilkeleri de inançlı bireyin nitelikleri de Kur’an’dadır.

Kur’an anlaşılmalı ki safsatalar yok olabilsin

Bugün Kur’an var ve çok söz ediliyor, ama içeriğinden, özünden değil. Sıradan insanların Kur’an’ın içeriğini tam bildiğini hiç sanmıyorum, uzman geçinenlerin çoğunun da, Kur’an’ı gerçekten özümsediklerinden şüpheliyim. Kur’an’ın okunması şekilci kurallara bağlanmış, zorlaştırılmıştır. Kur’an deri kılıfların içinde, baş hizasında daha yukarıda bir seviyede, odanın duvarında, saygın bir görünüm içinde muhafaza ediliyor. Yaşanan İslam’ın en büyük sorunu burada başlıyor. Kur’an okunup, anlaşılıp, uyulması gereken bir rehber mi, yoksa el sürülemez kutsal bir obje mi?

İnsanlara telkin edilen, hatta dayatılan anlayışlar ve uygulamalar Kur’an’ın emri mi, yoksa kerameti kendinden menkul “Hoca Efendilerin” sözleri mi?

Kur’an’ın başka dillere tercümesi yapılsa da çok itibar edilmiyor, makbul sayılmıyor. Orijinal dilinden okunması gerektiğine dair yaygın bir baskı hakim. Oysa Araplar bile kendi dilindeki Kur’an’ı tam okuyup anlayamazken, Türklerin Kur’an okuyabilmesi için Arapça öğrenmesi şart koşuluyor. Halbuki:

Yunus Emre;

“Bir ben var bende, benden içeri” diyor. Karaca Ahmet, Hacı Bayram Veli, Pir Sultan Abdal, İbn Haldun, Mevlana Celalettin Rumi ve daha niceleri gibi düşüncesini Türkçe ifade etmiştir.

Hacı Bektaş Veli;

“Eline, diline, beline sahip ol” ahlak anlayışı, Türkçe halka ulaşma aracıdır.

Ahmet Yesevi;

“Türklüğüm benim kaderim, İslam benim tercihimdir.”

İslam’daki akılcı, bilimci, yobaz olmayan, kanaat önderlerinin çoğu Horasan yöresinden, Türk kökenli oldukları gözüküyor.

Ziya Gökalp;  

“Bir Ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar manasını namazdaki duanın…

Bir Ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,

Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın…

Ey Türkoğlu, işte orasıdır senin Vatanın!’’

Türk’e yakışan inancın bundan daha güzel ifadesi olabilir mi?

Arapçadan başka bir dilde Kur’an okunmasını tasvip etmeyenler ve Kur’an’ın anlaşılmasının önüne geçmek isteyenler İslamiyete öyle büyük zararlar verdiler ki… Bundan daha büyük zararı, Müslüman olmayanlar bile verememiştir. Kişi kendisine ezberletileni değil, kendi anladığını ve inandığını yapacak. Kişi ulaşabildiği her şeyi okuyacak, zenginleşecek, yorumlayacak, inandığı ve yaptığı kendi kararı olacak. Kerameti kendinden menkul kişilerin müridi, bağımlısı, kölesi olmayacak, onlar tarafından güdülmeyecek.

Kur’an’ı anlamanın kolay olmadığını gayet iyi biliyorum, yanılma payı her zaman olmakla beraber, bir aşamadan sonra, insan Allah bunu şu amaçla söylemiş olabilir, diyebiliyor. Boynuna yular takılanların dini olmaz. İnsana yapması gerekenler dikte edilerek yaptırılırsa bir anlam ifade etmez, insan kendi anlayışına göre inanıcını belirleyecek ve inancının peşinden gidecek, sevabı da, günahı da kendisine ait olacak. Allah’ın kul hakkı yemeyen, fesatlık içermeyen hataları bağışlayacağına inanıyorum.

Dinin ritüelleri vardır, yerine getirilir fakat dinin özü şeklinden çok daha önemlidir.     Ezberletilmiş, dayatılmış emirlere uymak değil, anlayarak, inanarak, bireysel kararla, öze ağırlık vererek yapılanlar, bilinçli hareketler, makbuldür.

İslam’ın özünü kavramış, bilinçli bir Müslümanın, aşağıda sıraladığım anlayışlara itirazda bulunacağını sanmıyorum.

Bana göre, İslam’ın Özü

– Allah’ın birliği, tekliği, Allah’tan başka Allah olmadığı

– Hz. Muhammet’in, Allah’ın kulu ve resulü olduğu

– Allah’ın, alemleri yaratan, kurallarını koyan, doğmamış, doğurmamış, ezelden ebede var olan, şekilden, mekandan, zamandan münezzeh, görüneni de görünmeyeni de en iyi bilen, yargılayan, adil, sevgi dolu, bağışlayan, koruyan, doğruyu yanlışı en iyi ayırt eden, doğruları ödüllendiren, yanlışları cezalandıran, her zaman her yerde hazır ve nazır olan, din gününün maliki sultanı, her şeye kadir, canlı, cansız bütün yaratılmışlarda varlığı hissedilen, insana şah damarından daha yakın, ilahi bir güç olduğu

– Kim tarafından olursa olsun Allah adına ahkam kesmenin, Allah’a şirk koşmak olduğu,

– İnsanların fani oldukları, bir gün mutlaka ölümü tadacakları

– İnsanların inançlarının sadece Allah tarafından yargılanabileceği, başka insanlar tarafından yargılanıp cezalandırılamayacağı, Allah’ın verdiği canı Allah’ın alacağı,

– İnancından dolayı kişiler hakkında “Katli Vaciptir” fetvası verenlerin Allah adına karar vermiş, “Şirk koşmuş” oldukları

– İnsanların, “din günü” mutlaka sorgulanacağı, bireysel sevaplarının ve günahlarının önlerine konulacağı

– Allah’ın istediği kusuru bağışlayabileceği, fakat Kul hakkı yeme günahını bağışlamayacağı

– Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin, hiç kimseye şefaat edemeyeceği

– İftira etmenin büyük bir günah olduğu ve cezasının mutlaka verileceği

– Komşusu aç yatarken, kendisinin tok uyumasının doğru olmadığı, insanın paylaşmasının ve muhtaca yardım etmesinin şart olduğu

– Her Müslümanın istediği zaman, istediği yerde, hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan Allah’a ibadet edebileceği, yakarabileceği, yalvarabileceği, bağışlanmasını dileyebileceği,

– İslam’da, ruhban sınıfının olmadığı, Allah’la kulu arasına hiçbir kişi veya kurumun giremeyeceği, Müslümanın yaptıklarından ve yapmadıklarından bireysel olarak sorumlu olduğu

– İyi Müslüman olabilmek için, önce iyi adam olmanın zorunlu olduğu

– Doğayı, diğer canlıları sevmenin korumanın şart olduğu,

– Siyasi gücün toplumsal yaşamı, insanlar arası ilişkileri düzenlemek için kural koyup, kaldırabileceği fakat kesinlikle Allah adına kural koyup, kaldıramayacağı

– İslam’ın kendisinden önce gelen semavi dinleri ve onlara verilen kitapların özünü kabul ettiği

– İslam’ın ilk ayetinin “Oku!” olduğu, okumanın her şeyi kapsadığı, geniş anlamda kainatı, yaratılışı, Allah’ı anlamak için okumak, öğrenmek, düşünmek, üretmek için okumak gerektiği

– İslam’ın, akla ve bilime çok önem verdiği

– Ve İslam’ın, insanların, anadan başlamak üzere aile fertlerine, komşulara, gücünün yettiği kadar bütün insanlara, bütün canlılara, doğaya, sevgi ve sadakat göstermesini istediği inancına sahip olanlar bana kalırsa İslam inancının özünü kavramış sayılırlar.

Bu bilinçteki Müslümanlar fanatik olamazlar, çıkarcı olamazlar, birbirleriyle ve diğerleriyle kaynaşacak, bütünleşecektir. Herkesin inancı kendisini bağlar anlayışı bir arada olmanın temelidir. Farklı inançtan bile olsa, uygar, çağdaş insanların özünde bu anlayışlara karşı çıkmayacaklarını, bu anlayışlara aykırı düşmeyen özel anlayışlarını muhafaza etmelerinin de bir sakınca doğurmayacağını düşünmüyorum.

Kur’an diğer semavi dinlerin kitaplarını kabul ettiğine göre, tüm insanlar kucaklanabilir.

Yaşanan inanç ve ahlak anlayışı, çağdaş anlayışa yakın olduğu takdirde, evrimle gelecek anlayış mevcut çağdaş anlayışa yakın olacak ve değişime uyum sağlanabilecek ve İslam evrensel din olacaktır.

Doğruyu nasıl bulacağız?

Gelelim insanın başkalarına bağımlı olmadan doğruyu bulma yöntemine… Allah, bin dört yüz sene önce insanın kendini yönetebilecek düzeye ulaştığını kabul etti ki, artık peygamber göndermeyeceğine karar verdi.

Gerçek şu ki, insan kendisinden bekleneni verememiş, saltanat, şöhret, çıkar, intikam gibi hırsların esiri olarak İslam’ı bugünkü duruma sürüklemiştir. İnsanda Allah’ın lütfettiği, sezgi, zeka, akıl ve vicdan gibi cevherler var. İnsan, geçmişten ders alır, bu değerleri anlar, değerlendirir ve doğru kullanırsa, dışarıdan bir rehbere ihtiyaç duymadan sorunlarını aşar.

Sezgi, insanın beş duyusuna ilave altıncı bir his, içe doğma, ilham gibi bir sezme gücüdür. Sezgi, insanda bir ışık yakar, görünmeyen bazı şeyleri çağrıştırır, algılatır, düşünmeye ve değerlendirmeye kapı aralar.

Zeka, olayları görme, aralarında ilişki kurma, bir sonuca ulaşma yeteneğidir. Sanki matematiksel yöntemle çalışan bir yetenektir. Normal insanlar görünenleri görürler, zeki insanlar görünenlerden hareketle görünmeyenler hakkında bir düşünce yaratabilirler.

Akıl, insanın bildiklerini, sezgilerini, algılarını, zeka ürünü sonuçları, dış ortamın koşullarını değerlendirir, ön görülerde bulunur, günü ve geleceği kapsayan hedefleri, bu hedeflere gidecek yöntemleri belirleyip, eyleme geçirir. Akıl insanın en büyük gücüdür.

Akıl, temsil ettiği kişi veya toplum için iyi olanları bulup, yaptırmak ister. Aklın bulduğu seçenek bir bakıma en iyidir ama farklı bakış açısıyla en iyi olmayabilir. İnsanın içinden gelen bir ses aklı uyarır, sen bir bütünün içindesin, yalnız değilsin, kendinle beraber, çevrendekileri de, doğayı da düşünmek, korumak zorundasın, maddi kazanımını düşünürken, manevi değerlerini, itibarını, toplumsal değerleri de dikkate almak zorundasın gibi telkinlerde bulunur. Bu ses, insanın vicdandır.

Vicdan, bir ruhtur, bir anlayıştır, ahlaki ve felsefi değerler sisteminin ürünü bir cevherdir. Deyim yerinde ise, vicdan iyilik meleğidir. İnanç değerleri, insani değerler, başkalarını sevme, paylaşma hasleti kendini en çok vicdanda gösterir. Vicdan etkin olmazsa, sadece akla dayalı yöntemler insanı egoist, hatta zalim yapabilir. Akıl insana maddi güç, maddi değerler kazandırırken vicdanı dikkate almazsa, insanlıktan uzaklaşılabilir. Vicdan, elle tutulamaz, gözle görülemez, yaradılıştan gelen bir ruhun, yaşam sürecinde, öğrenerek, düşünerek, empati yaparak, kazandığı bir ahlak anlayışı, bir yaşam felsefesidir. Vicdan kendisini daha ziyade insanın davranışlarıyla belli eder.

Sezgi, zeka, akıl, vicdan, çok önemli değerlerdir, fakat tek başlarına eksik kalabilirler. Dördüne de sahip olan ve bu cevherleri birbirlerini destekleyecek şekilde koordineli kullanabilen insan, iyi insandır, mükemmel insandır, İslam’ın istediği kişidir. Allah’ını da, kendini de, çevresini de tanır, bilir, kendini korurken haddi aşmaz, başka haklara saldırmaz.

Allah’a bütün varlığımla inandığımdan şüphem yoktur. Bütün çabam önce Allah’ı doğru anlamak sonra da kurallarına uyabilmektir. Gerçekten Allah’ı doğru anlamak çok önemli, insanların çoğu kendilerine öğretilen ibadeti yerine getiriyor, ezberletilen duaları okuyor ama o ölçüde Allah’ı doğru anlıyorlar mı? İşte herkes kendinde bu sorunun cevabını arayabilir, aramalı. Çünkü dünyada İslam adına yapılan yanlışlar, işlenen cinayetler ve suçlar ancak ve ancak gerçek İslam herkes tarafından anlaşıldığında azalır.