Siyasetçi, bilim adamı, vatandaş… Herkes konuşuyor. Aynı konuda bu kadar zıt şeylerin söylendiğine az şahit oldum. Görüş ayrılıklarını anlarım, ama aldatmaca sözler, yalanlar çok çirkin bir seviyeye ulaştı. Özellikle, bilim adamı kimliğini taşıyan, bir kısım insanın militanca yaklaşımları çok yakışıksız… Böyle bir ortamda, sade vatandaşın doğruları seçmesi mümkün değil.
Şubat 2008… Çok kritik bir ay… Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası veya bir kırılma noktası olabilir. Endişelerim, korkularım var. Olayları, olanları, bildiklerimi, düşüncelerimi gözden geçireceğim. Sesli düşüneceğim.
71 yıl önce, bugünlerde, anayasamıza girmiş olan laiklik ilkesi, anayasada yapılan değişiklik ile büyük ölçüde yara aldı. Laiklik olmadan demokrasi ve pozitif hukuk da olamayacağından, cumhuriyetin temel ilkeleri büyük yara almış oldular.
Devlet barajının duvarlarında çatlaklar vardı, fakat, sızıntılar kontrol altındaydı. Şubat 2008 de, çatlak büyüdü, sızıntı akıntıya dönüştü, kontrol azaldı. Asıl korku, baraj duvarının yıkılması ve tahribatın ülke çapında olması.
Toplumsal yaşamımız, kontrol dışı, kargaşalara ve değişimlere gebe.
Geçmişte, “Etrak-ı biidrak” diye aşağılanmış olan Türkler, cumhuriyetle benliğine kavuşmuştu. “Ne Mutlu Türküm Diyene” demek, “Ben idraksiz değilim… Ben Türklüğümle gurur duyuyorum” demektir. Şimdi, toplumumuz, tekrar, “Kavmi Necip’e” esir edilmek isteniyor… Gözümün önünde bir fotoğraf canlandı; Yer Türkiye… Fonda Suudi saltanat alametleri, ortada, saltanat koltuğunda Suudi Arabistan kralı bütün haşmeti ile oturuyor, iki yanında Cumhurbaşkanı ve başbakan, çok saygılı bir şekilde, oturuyorlar.
Şu günlerde, Türkiye, tam bir söz kargaşası yaşıyor. Söz kargaşasının, eylem kargaşasına dönüşmesinden korkuyorum.
Geçmişteki icraatları ile bugünkü kaosun oluşmasında payı olan, bir siyasi büyüğümüz de, ‘’Gelinen noktadan, fevkalade üzgünüm’’ diyor. Bu bir günah çıkarma mı, halkı aptal yerine koyma mı, yoksa gerçekten, geçmişten ders alıp, halkı uyarmak m? Dövünmek, kaybedilenleri geri getirmiyor. Yazık olacak bize!
İktidar ve payandası siyasi parti ile muhalefet iyice kapıştı. Siyasetteki bu sert bölünmüşlük çok tehlikeli, ama daha da korkutucu olan, halkın parçalanması.
Siyasetçi, bilim adamı, vatandaş… Herkes konuşuyor. Aynı konuda bu kadar zıt şeylerin söylendiğine az şahit oldum. Görüş ayrılıklarını anlarım, ama aldatmaca sözler, yalanlar çok çirkin bir seviyeye ulaştı. Özellikle, bilim adamı kimliğini taşıyan, bir kısım insanın militanca yaklaşımları çok yakışıksız. Böyle bir ortamda, sade vatandaşın doğruları seçmesi mümkün değil.
Egemenlik, hukuk, demokrasi, laiklik, özgürlük, insan hakları, devlet, vatandaş kavramları üzerinde söylenen sözler, o işleri yürüten insanların bilgisizliğinin veya halkı kandırmak için, yalan söylediğinin açık göstergeleridir. Demokrasiyi kendi seçtiği insanların parmak sayısı olarak algılamak dünyanın neresinde var?
İçinde bulunduğumuz koşullar hiç iyi değil. Türkiye tamamen kuşatılmış durumda ve üzerinde, açık, gizli çok büyük oyunlar oynanıyor. Devlet arabasının kaza yapmasından korkuyorum.
Bölücüler; devleti parçalamak için, dağda, kırsalda, şehirde, yurt dışında her türlü çabayı gösteriyorlar… Dün, akşam, sabah terörü konuşuyorduk, bugünlerde pek konuşmuyoruz. Sorun ortadan kalktı mı? Hayır. Niye konuşmuyoruz, çünkü, gündemi biz belirlemiyoruz.
Dinciler; devletin laik yapısını bozmak için, yarı örtülü, yürüttükleri çabalarını, artık açıkça, etkin ve kararlı bir şekilde sürdürüyorlar…
Halkın kafasını karıştırmak siyasi bir meziyettir. Halk, bölücülük mü daha tehlikeli, gericilik mi, diye tartışırken, bölücüler ve gericiler, kendi doğrultularında başarı ile yürümekteler.
Dış güçler; değişmeyen, Türkiye’yi küçültme ve zayıflatma hedeflerini inatla gerçekleştirmeye çalışıyorlar…
İçtekiler ve dıştakiler, şu anda, büyük bir işbirliği içindeler. Ortak hedefleri, Atatürkçü düşünceyi ve Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik, hukuk devletini yıkmak. Bunu sağladıktan sonra, kendi amaçları için, birbirleri ile savaşacak olmaları benim için bir anlam ifade etmiyor.
Devlette bölünme emareleri görünüyor. Egemenlik yetkisini, ulus adına, kullanmakla görevli yasama, yürütme ve yargı erkleri karşı karşıya gelmek üzere.
Halk, kültürel olarak, parçalanmış gibi görünüyor. Bir bölümü, dini kuralları devlete ve yaşama egemen kılmak için, bir bölümü, etnik kimliğini kazanmak iddiasıyla, gözü kara bir şekilde çaba harcıyor. Çağdaş geçinen grup ise yeterince sorumluluk üstlenmiyor, dağınık ve bir atalet içindeler.
1919’da başlayan, milli mücadelenin iki amacı vardı;
Birincisi; ülkeyi, dış ve iç düşmanların işgalinden kurtarıp, bağımsız bir devlet kurmak.
İkincisi; ulusu, karanlıktan kurtarıp, çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak.
Çok özverili bir çaba sonunda, mucize gibi kazanımlar elde edildi. Egemenlik kayıtsız şartsız ulusun oldu, devlet laik, demokratik ve hukuk temellerine oturtuldu. Kazanımlarımız, dünyada örneği olmayan bir başarı idi. Yazık ki, bu değerlerin önemini insanlarımızın gönlüne ve kafasına kazıyıp, karşı hareketlerle yıpratılmasını önleyemedik.
Bugün yaşadıklarımız, milli mücadele döneminde yaşananlara çok benziyor. O gün, elde olmayan değerleri kazanmak için, canla, malla, özveri ile bir kavga verildi. Bugün, kazanımlarımızı korumak için bir kavga veriliyor. Bugün Atatürk gibi bir liderden yoksunuz ama, ona inanmış halkımızın, çok geç olmadan, uyanacağına, organize olacağına ve kazanımlarını kurda kuşa yedirmeyeceğini düşünüyorum.
Bölücülerin, geç de olsa, akıllarını başlarına alacaklarına, almazlarsa, devletin haklarından geleceğine inanıyorum.
Bugün en büyük sorunumuz; gericiliktir. Gericilerin en büyük silahı, amaçlarını, inanç kılıfına sokup, gizlemeleridir.
İnanca saygılıyım, inancıma saygı duyulmasını da isterim.
İnanç bir bilim olmadığı için doğru veya yanlışlığı ispatlanamaz, sadece inanılır. Bir inancın yanlışlığını iddia etmek veya benim inancım seninkinden daha iyi demek, çağın anlayışına uymaz. Tuzağa düşüp inanç tartışması yapmak yerine, inanç ile gericilik arasındaki farkı gözler önüne serip, inancı, gericiliğin kıskacından kurtarmak gerekir. Bu başarılırsa, gericilerin silahı ellerinden alınmış ve insanların aldatılması, sömürülmesi önlenmiş olur.
Ritüelleri geçmişten gelebilir, ama inancın temel felsefesi mutlaka çağı kucaklamalıdır. İslam, son ve çağı kucaklayan bir din olmasına rağmen, yaşananlar bu gerçeği yansıtmıyor. ‘’Cahiliye Arap kültürü’’ İslam’a egemen olmuş, bu ise İslam’ın evrenselliğini yaralamıştır.
Hz. Muhammet, İslam dinini yayarken karşısına çıkan en büyük engel ‘’Cahiliye Arap Kültürü” ve Ebu Sufyanlar idi. Ne yazık ki, Hz. Muhammet’in ölümünden, takriben, otuz sene sonra, İslam’a Ebu Sufyanların zihniyeti, Emeviler’in saltanatı ve Arap Kültürü egemen olmuştur.
Bugün Türkiye’de sergilenen, türban oyunu inanca dayandırılmak isteniyor. Bu büyük bir aldatmacadır. Oyun, nakış gibi işlenmiş, bir ‘’Nakşi’’ oyunudur. İslam dininin daha temel kuralları göz ardı edilirken, türbanın öne çıkarılması tamamen siyasi ve ideolojiktir. Türban, kara gömlekler, gamalı haçlar, orak çekiçler gibi, ideolojik/siyasi bir simgedir.
Türban, Türkiye’den başka yerde yasak değil deniyor. Bundan daha doğal, ne olabilir?
Türkiye hariç, bütün İslam ülkeleri, ya tam ya da kısmi olarak, şeriatla yönetiliyorlar, oralarda türban yasak olabilir mi? Aksine örtünme zorunludur…
Batı için, türbanın, insanlar üzerinde manevi baskı yapmasını önlemenin ötesinde bir anlamı yok, çünkü, türban onların siyasi rejimleri için bir tehdit değildir. Almanya’da gamalı haçla okula gitmeye izin verilir mi?
Türkiye’de, türban siyasi bir simge ise, o, rejimi yıkmaya dönük, karşı devrim ideolojisinin simgesidir, kabul edilemez ve yasaklanması gerekir.
Türkiye’de, türban bir inancın gereği ise, bireysel bazda, buna saygı duyulur ama anayasada yer alması kabul edilemez. Laik bir devletin yönetiminde dini kurallar bir referans olarak alınamaz. Bir din kuralına anayasada yer vermek demek, diğer bütün din kurallarının da girebileceğini kabul etmek demektir. Bu da, laik devletin sonu olacağından kabul edilemez ve anayasaya girmemelidir.
Türban yasağının, yüksek öğretimde, eğitimin engellenmesidir ve bireysel haklara aykırıdır demek, bir saptırmadır, bir yalandır. Bir perukla çözülebilen bir sorun niye bu kadar büyütülüyor ki? Çünkü, amaç buradan kapıyı açıp, sonra, aynı mantıkla, orta öğretime, hatta ilk öğretime ve kamu alanına yaymaktır.
Bir Müslüman’ın, diğer Müslümanlara yalan söylemesi, teorik olarak, dine aykırıdır. Fakat, gerçek şu ki; Müslüman, Müslüman’a yalan söylüyor. İşin daha korkunç tarafı, bu yalancılar, yalanlarına inandırmak için Allah’ın adını kullanıyorlar, Allah adına ahkam kesiyorlar. Allah’ın adını kullanarak, dinle-inançla ilgili yalan söyleyenler ancak şeytanın kulları olabilirler.
Şeytan, Allah’a demedi mi;
“Şu benden üstün kıldığına bir baksana! Yemin olsun, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun soyunu, pek azı hariç, hükmüm altına alacağım’’ (1)
Allah’ın kulları, Allahın kullarını aldatmaz. Allah adına hüküm veren, kendilerini Allah’ın yer yüzündeki vekili sayanlar, Allah’ın kullarını sürü gibi gütmeye çalışanlar, gerçekte şeytanın kullarıdır.
‘’Kıyamet gününde ne hısımlarınızın ne de çocuklarınızın size hiçbir yararı olmaz. ….Allah işleyip ürettiklerinizi açık, açık görmektedir’’ (2)
İslam’da sorumluluk bireyseldir, ruhban sınıfı yoktur. Hacıdan, hocadan, şeyhden, şıhtan, herhangi bir aracıdan yarar beklemek beyhudedir.
Müslüman, dinini öğrenir ve dilediği gibi yaşar, ancak bunu kendi iradesi ile yapar. Özgür olmayan ve Allah’a bir aracı vasıtasıyla ulaşacağını düşünen ve öyle hareket eden insanların Müslüman olabileceklerini düşünemiyorum.
Akıllı Müslüman, dinini, Allah adına ahkam kesen, şeytanın kullarından değil, “Benim bildiğim budur, farklı düşünenler de var, seni yanıltmaktan korkarım, karar senin, taktir Allah’ındır’’ diyebilen, bilgili ve alçak gönüllü, Allah’ın kullarından ve temel referans olan, Kur’an’dan öğrenir.
Çıkar uğruna veya aldanarak, türbanın siyasi boyutuna alet olan genç kızlar, geleceklerini ipotek altına soktular. Çıkar uğruna hareket edenlere bir diyeceğim yok, onların ticaret anlayışı budur ama aldatılan genç kızlara yazık oluyor…
Hukuku, demokrasiyi, laikliği, insan haklarını, inancı, özgürlüğü yaşam biçimi haline sokamazsak, her zaman aldanmamız, aldatılmamız mümkündür.
Yukarıda, bir cümle veya kısa bir paragrafla ifade ettiğim konular, aslında bir başlık gibi algılanıp, üzerinde derinliğine ve genişliğine düşünülmesi gerekir.
Sonuç olarak, bazı sıkıntılar yaşayacağımız kesin. Korkularımın nedeni, kazanımların kaybedileceğinden çok, kaybetmemek için ödemek zorunda kalabileceğimiz bedelin boyutlarıdır. Sonunda, aklı selimin ve çağdaş değerlerin galip geleceğine olan inancımı, halen, muhafaza ediyorum, ancak ödeyeceğimiz bedelin büyük olmaması için geç kalmamak gerektiğini, önemle, hatırlatıyorum.
Şubat 2008
Ref: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali, Yeni Boyut, İstanbul-1997.
(1) Sayfa; 262; İsra Suresi, Ayet, 62
(2) Sayfa; 508; Mümtehine Suresi, Ayet, 3